7 Kasım 2010 Pazar

PAZAR TAKINTILARIM!

Pazar sabahları daha takıntılı uyanıyorum ben...

Her şeyi eleştiresim geliyor...
Aslında hep gözüme batanlara, pazar sabahları daha uyanır uyanmaz söylenmeye başlıyorum...
Asabi oluyorum şunları görünce:

■Sevgilisine ya da kocasına herkesin içinde ''yerim seni'' filan şeklinde cümleler kuran kadınlar! Yahu kocanla mı konuşuyorsun yoksa 3 yaşında bir çocukla mı? Ya da karşındaki sevgilin mi yoksa bakımını üstlendiğin bir moron mu? Daha da kötüsü evde beslediğin kedi yavrusu mu bu be?


■Pis insanlar! N'olur suya, sabuna dokunun ya! Ben mecbur değilim sosyal ortamlarda, orada burada saçınızdaki yağı görmeye ya da kokunuzu almaya! Özellikle kadınlar!!! Bir kadının pis olmak gibi hakkı yoktur!


■Tükürmeyin be sokağa! Pisler!?


■Ne olur her markanın sütyen ölçüsü aynı olsun! Birinde bilmem ne beden giyerken diğerinde tamamen farklı bir beden kullanmayalım. Alırken kafamız karışıyor!


■''Çok yorgunum'' filan şeklinde cümleler kurduğumda hemen ''sen mi, ben mi'' demeyin ya! ''ben de'' deseniz de yorgunluğunuzu ifade etmiş olursunuz.


■''HerkeZ'' değil ''HerkeS'' !


■Eğer bir taksiye binmeyi düşünüyorsam herhangi bir atraksiyon yaparım zaten ben. Ne bileyim elimi, kolumu filan oynatırım. ''Dur'' anlamına gelecek işaretler yaparım. Siz durmayın durup, dururken taksici biraderler! Heyecan yapmayın.


■Beğendiğim ayakkabıların benim giyeceğim numaralarını ben almadan tüketmeyin! Ya da o numaralar daha çok üretilsinler!


■Sosyal paylaşım sitelerine herkes(bakın gördünüz mü, ''herkes') sevgili bulmak için girmiyor! Sosyal paylaşım sitesinde diyalog kurduğunuz, listesine girdiğiniz her kadına ilişki kurabileceğiniz kadın gözüyle bakmayın! Ya bir okuyun önce o sayfada ne yapıldığını!


■Sosyal paylaşım sitesi demişken: sevgilinin kulağına ''seni seviyorum'' demek yeterlidir. Bunu sadece ikinizin bilmesi yeterlidir. Birbirinize sosyal paylaşım sitelerinde eşek gibi bağırarak, ''seni seviyorum aşkımmmmmm'' dediğiniz zaman bu gerçeğe dönüşmüyor. Sadece bir ikinci sayfa ünlüsüyle, eşlerinden birini izliyormuş hissi uyandırıyor insanlarda! Valla! Samimi olun, samimi. Şova dönüştüğünde aslında ne kadar yavan ve sahte olduğu ortaya çıkıyor. Normal konuşun eğer gerçek bir ilişkiniz varsa! İspat çabalarına, hırslanmaya filan gerek yok! Özel hayat: özeldir! Orada yazdığınız ''seni seviyorum''un tek anlamının ''bu insan bana ait, sahibi benim'' demek olduğunu biz biliyoruz ki zaten!


■Yerimizden kalkmaya takatimizin olmadığı zamanlarda, uzakta duran telefon çalmasın ne olur!


■Zaten okuduğum bir kitabı başka isim ve kapakla piyasaya tekrar sürmeyin. Boş bulunup alıyorum sonra çok sinirleniyorum. Valla!


■Sigorta şirketleri, bankalar, bilmem neler filan aramasın beni çok önemli bir telefon beklediğim sırada. Sonra anlatın yeni uygulamaya başladığınız zeka fışkıran projenizi. Hatta hiç anlatmayın, zaten işime yarayacak birşeyse ben duyarım! ya telefon bana ait özel bir olay zaten. Niye arıyorsunuz siz onu?


■Yemeklik domatesle kahvaltılık domatesin farkını anlatsın biri bana!


■Tanımadığınız insanlara ''sen'' diye hitap etmek biraz fazla olmuyor mu?


■Mağazalardaki satış sorumlusu arkadaşlar: ben sizin ''canınız'' değilim. Bana ''canım'' diye hitap etmeyin. Daha 3 dakika önce battal boy nevresim sorduğumda kısmen tanıştık sizinle!


■Kızartmalık patatesin diğerinden farkı ne? Hatta ''diğeri'' ne?


■Köşeye açılan köfteci iyi iş yapıyor diye hemen yanındaki dükkanı tutup, köfteci açmanın mantığının aslında sonsuz bir mantıksızlık olduğunu artık kabul edelim!


■Lokum seviyorum ben, özellikle çifte kavrulmuş.(bu cümlenin burada olmaması gerekiyordu)


■Sevgilimi de seviyorum. (bunun da burada olmaması gerekiyordu ve şimdi kendimle çeliştiğimi söyleyeceksiniz ama değil! Ben genel cümle kurdum. Sevgilimin duvarına gidip, oraya yazmadım mıç mıç mıç bir ifadeyle!)


■mıç mıç mıç: sümük kıvamında, yapış yapış demektir!


■Deli olduğumu bile bile bana normalmişim gibi davranmayın, deliriyorum öyle olunca!


■Evinizde beslediğiniz hayvanların pisliklerini benim bastığım sokaklardan kaldırın lütfen! hani çevre, hayvan hakları filan diye bağırıyorsunuz ya, bizim de yolda yürüyen çocuklarımızın o pisliklere basmamak ya da üstüne düşmemek gibi hakları var!


■Uçakta kapatın o lanet cep telefonlarınızı, ülke yönetmiyorsunuz sonuçta. ''Ben indim'' demek için terminal binasına girmeyi bekleyebilirsiniz!


Biraz çemkirince rahatladım. Haftaya kadar idare eder bu beni.

Neyse, iyi pazarlar herkes...





19 Ağustos 2010 Perşembe

İlk Bebeğim; FONDÖTEN!..

Çocukluğumdan beri çok seviyorum yazı yazmayı. Ne yazdığım çok önemli değil benim. Sadece içimden, aklımdan, ruhumdan geçenleri yazmak rahatlatıyor beni. Sonunu çok düşünmeden başlıyorum yazmaya. Planlamadan, kurgulamadan içimi boşaltmak, aklımdan geçeni paylaşmak benim için yazı yazmak.

Öğrencilik dönemlerimde çok yazardım ama sonra araya iş hayatı girdi ve profesyonel yaşamın yoğunluğu içinde yazı yazmak, yalnızca basın bültenleri, tanıtım metinleri, kiracı bilgilendirme yazıları ile sınırlandı uzun bir süre hayatımda.
Önceleri çok fark etmedim o yoğunluk içinde yokluğunu ama bir süre sonra elim kaşınmaya başladı. Beynim yazıp da boşaltamadığım fikirlerle doldu ve doluluk patlamak için bir yer aradı. O yeri de değerli büyüğüm, Milliyet Akdeniz Gazetesi Bölge Temsilcisi Oktay Pirim’in bana verdiği bir şansla buldum ve 2005 yılından beri bana verdiği, benim için çok değerli olan köşemde, kelimelerle flört ediyorum. Belki çok başarılı bir flört değildi bu ilk başlarda. Belki çok hoyratça kullanıyordum kelimeleri ve hak ettikleri değeri veremiyordum onlara çoğu zaman. Belki aklıma geleni, geldiği gibi yazdığım için çoğu zaman anlaşılamıyordum bile ama tıpkı özel hayatımda olduğu gibi kelimelerle yaşadığım ilişkide de zorluğu seviyorum ben. Tadını çıkartıyorum zor olmasının ve yavaş yavaş ama sağlam bir şekilde kabul görmesinin.
Önceleri çok fazla eleştiri alırdım elektronik posta yoluyla çünkü anlaşılmazdım, anlatmak istediğimi anlatamazdım ama yavaş yavaş, ben ve kelimelerin ilişkisi ilerledikçe eleştirilerim de değişti ve hatta şımarık, hoyrat, dağınık tarzım olduğu gibi kabul edilip, sevilmeye başlandı. Çoğu zaman okurken gözlerimin dolmasına sebep olan, beni çok mutlu eden postalar almaya başladım.
İşte o günlerde kalemle daha haşır neşir olduk. İlişkimiz farklı bir boyuta geçti. Flört, daha ‘’seviyeli bir ilişki’’ye döndü. ‘’Artık sadece yazı yazmak olmalı benim hayatımda’’ dediğim gün geldi en sonunda da.
Çok kolay bir karar değildi; çok genç bir yaşta profesyonel hayatta elde edilen bir başarıyı, harcanan onca emeği tamamen bırakıp, hayata sadece yazı yazarak devam etmeyi seçmek ama yapmak istediğim buydu. En başta ailemin de desteğini alarak zor olan bu yola çıktım 2008 yılında ve açıkçası tahminimden daha zor bir yolculuk yaptım. Ama her anından çok büyük keyif aldım. Yolda giderken sadece gazetedeki köşemde kalemle oynamak yetmemeye başladı ve internet ortamında daha fazla insan tanımak istedim; yolculuğuma yeni arkadaşlar ekledim. Facebook’ta ve bloğumda, güzel insanlarla tanıştırdı yazılarım beni. Daha da güzel hale geldi her şey.
Yolculuğum henüz bitmedi, hatta daha çok başındayım. Devam ediyorum. Bazen minik minik, bazense kocaman ödüller çıkıyor karşıma bu yolda ve yolculuğu daha keyifli bir hale getiriyor.
İşte ben önümüzdeki  hafta hayatını kelimelerle geçirmek isteyen birinin alabileceği en güzel hediyeyi alacağım. Önümüzdeki hafta yolculuğumun, aslında yeni hayatımın en keyifli durağına varacağım. Bir hafta sonra benim ilk kitabım, ilk göz ağrım, ilk bebeğim FONDÖTEN okuyucuyla buluşacak.
Şımarık bir kitap oldu Fondöten! Yolunu kendi çizdi. Başlarken düşündüğüm hiçbir hamleyi yaptıramadım, hiçbir karakterime. Belki biraz deli, biraz komik, biraz duygusal, biraz acımasız ama en çok ‘’herkes’’ oldu galiba söz dinlemeyen karakterlerimin öyküsü. Ben yazarken çok keyif aldım ve umarım aynı keyfi sizler de okurken alırsınız…
Başta ailem olmak üzere bu yolda beni yalnız bırakmayan ve Fondöten’in doğmasına vesile olan herkese çok teşekkür ediyorum…
Sevgilerimle…

27 Temmuz 2010 Salı

MASAL GÜNLÜKLERİ- 2

Evet, söz verdiğim gibi Pollyanna’nın gizli günlüğünü de ele geçirdim ve hayatımız boyunca bizi yanlış yönlendirmiş bu sahtekâr kızın gerçek yüzünü, sizlerle buluşturuyorum.

Yıllar yılı yok ‘’mutluluk oyunu’’, yok ‘’ olumlu düşünmenin gücü’’ gibi zırvalarla hayatımıza şekil vermeye çalışmış hatta ve hatta çocukluğumuzda annelerimiz tarafından bizlere örnek gösterilmiş şirinlik muskası Pollyanna’nın gerçek yüzünü ortaya serecek satırlardan sadece bir kaç örnek işte karşınızda…

N’aber Günlük;
Şu anda trendeyim ve çok zengin olan teyzemin yanına yaşamaya gidiyorum. Babamın anlattığına göre çok zenginmiş ve ona bir şekilde yaranmam gerekiyormuş. Bu arada unutmamam gereken en önemli konu teyzemin, babamın ölmüş olduğunu zannettiği. Babamı ölmüş bir rahip olduğunu sandığı için beni yanına almayı kabul etti. Hâlbuki babam kalpazanlıktan hapse girdi.

Sevgili Günlük;
Suratsız teyzemin evindeki beşinci gecemde yazıyorum bu satırları. Onlara çok şirin ve iyimser, her olayın iyi yanlarını görmeye hevesli bir kız tipi çizdim. Özellikle Nancy denen tombul başta olmak hepsi inandılar. Çok saflar hakikaten! Yahu nasıl inanırlar bir kız çocuğunun, oyuncak bebek beklediği sandıktan koltuk değneği çıkınca mutluluk oyunu oynamaya başlayacağına! Ama itiraf etmem gerekirse suratsız teyzem beklediğimden dişli çıktı!

Sevgili Günlük;
Bıktım artık mutlu maymun gibi ortalarda gezmekten. Hatta geçen gün beni kötürüm, lanet bir kadına yemek götürmem için köhne bir eve gönderdiler. Sinirden aklım çıktı! Kadın deli gibi bir şeydi. Açlıktan nefesi kokmuş götürdüğüm yemeği beğenmiyor! Ama kendimi tutmam lazım. Teyzeme kendimi sevdirirsem, neyi var neyi yok hepsi bana kalacak! Çillerimi aldıracağım o zaman lazerle…

Sevgili Günlük;
Bugün teyzemin sinirlerinin sağlamlığını denemek için eve köpek getirdim. Delirecek gibi oldu! Ama maalesef köpeğin evde kalmasına izin verdi. Ben köpek sevmem ki! Ben hiç kimseyi ya da hiç bir şeyi sevmem zaten!!! Şu sırıtıp duran Nancy tepemden çekilsin de dışarı atayım şu köpeği!

Birader;
Bugün de yolda bulduğum, sahipsiz bir çocuğu yakasından tuttuğum gibi eve getirdim, teyzemin tepkisini ölçmek için ve sinir krizi geçirdi! ‘’Ben bunu evde beslemem’’ dedi… ‘’Bu’’ dedi çocuğa; galiba ben biraz teyzeme benziyorum! Bu arada yaşlı bahçıvan Tom’la Nancy’nin arasında bir şey var sanırım!

Sevgili Günlük;
Teyzemin eski kırıklarından biriyle tanıştım; Mr. Pendleton diye biri! En az teyzem kadar suratsız. Teyzem bunda ne bulmuş olabilir ki? Gerçi teyzemi de kim ne yapsın!?

Günlük;
Bu mutluluk oyununu oynarken, iyice alıştım sanırım rolüme çünkü geçen gün kendi kendimi ‘’iyi ki çillerim var böylece siyah noktalarım da araya kaynıyor’’ derken yakaladım!

Hişt, Günlük;
Babam, mektup yolladı! Çok sinirli! ‘’Sen oraya keyif yapmaya mı gittin?’’ diye yazmış! Haklı da aslında çünkü ben babamı tamamen unutmuştum! Zaten düşündüm de niye teyzemi çarpıp, parayı babamı hapisten kaçırmak için kullanayım ki? Sonra onunla paylaşacağım kalan parayı, öyle mi? Hadi be! Bana ne! Tek başıma yiyeceğim ben bu parayı! Teyzem çok yaşar mı acaba? Çiller iyice gözüme batıyorlar!

Görüyorsunuz değil mi Pollyanna, Pollyanna diye bağrımıza basıp; duyduğumuz nasihatlerde başrol oynamasına izin verdiğimiz çilli sevimsizin gerçek yüzünü?

Bunların hepsi gözümüzü boyamışlar yıllar yılı… Ama ben biliyordum bunun böyle olacağını. O yüzden hiç örnek almamıştım onları kendime!


 




22 Temmuz 2010 Perşembe

MASAL GÜNLÜKLERİ- 1

Abarttığımı ya da uydurduğumu düşüneceksiniz ama alakası yok!
Aşağıda okuyacaklarınızın hepsi gerçek!
Sizin yıllarca yerlere, göklere sığdıramadığınız masal kahramanlarının günlüklerini buldum.

Ne Pollyanna, ne Heidi, ne de Pamuk Prenses sizin düşündüğünüz insanlar değiller. Hiç biri değil! Ben de değilim bu arada ama benim konuyla alakam yok!

Neyse; Külkedisi bile bambaşka biri çıktı. Elimde belgeler olmasaydı bu kadar net konuşmazdım ama bir şekilde elime bu kızların günlükleri geçti ve bunları sizlerle buluşturmak benim boynumun borcu!

İşte dağlar kızı, al yanaklı Heidi’nin günlüğü ile başlıyoruz:

Sevgili Günlük;
Teyzem olacak kadın beni bu suratsız ihtiyarla bu dağın başında bırakıp gittiğinden beri sıkıntıdan patlıyorum. Açık hava, bol gıda yaşıyoruz. Zaten yanaklarım doğuştan kıpkırmızıydı bu açık havada daha bir beter oldular. Adamın ağzından lafı cımbızla alıyorsun. Bir de başıma şu Peter denilen gevezeyi sardı, kurtulabilene aşk olsun. Çocuk keçilerle geze geze keçi gibi olmuş. Alacağın olsun teyze…

N’aber Günlük;
Sanırım bu dağdan, keçi çobanı geveze Peter’ dan, suratsız büyükbabamdan ve Peter’ın dişsiz, kör büyükannesinden kurtuluyorum. Beni bacakları tutmayan bir kızın yanına büyük şehre yollayacaklarmış. Yırttık len günlük!

Sevgili Günlük;
Dağdan kaçtık diye sevinirken şimdi de beni bu koca şehirde, depresif bir sakat kızla arkadaşlık yapmam için soğuk bir eve kapattılar. Hele bir de mürebbiyesi var ki evlere şenlik. Herkes birbiriyle kibar kibar konuşuyor. ‘’Evet, efendim; sepet efendim’’ tarzında bir yapaylık gidiyor ki sorma. Ben burada biraz daha kalırsam kafayı yerim. Bu arada yanaklarım hala kıpkırmızı.

Sevgili Günlük;
Peter’dan mektup aldım. Dişsiz büyükannesi benden beyaz ekmek istiyormuş. Bu aile ne zaman düşecek benim yakamdan???

Sevgili Günlük;
Yarın büyükbabamın yanına dönüyorum. Biraz zor oldu bu dönüşü ayarlamam ama hallettim. Biraz uyurgezer numarası, bir iki çatıya, bacaya tırmanma girişimi olayı çözdü. Yanaklarıma mürebbiyenin fondöten denilen şeyinden sürdüm biraz kırmızı yuvarlaklar gitsin diye ama kadın çok beyaz tenli olduğundan benim tenime uymadı.

Sevgili Günlük;
Dağa döndüm. Peter önümde, arkamda keçi gibi zıplıyor. Ben yokken daha bir sevimsiz olmuş ama mecbur katlanacağız. Kötü haberse şu: Clara denilen kızı da açık hava iyi gelir diye peşimden buraya yolladılar! Hem onu ve hem de büyükannesini. Soldan soldan geliyorlar. Kimsesizler yurduna bıraksalar beni daha bir mutlu olacağım. Neyse…

Sevgili Günlük;
Bugün büyükbabam yüzünden mıymıntı Clara ve zıpzıp Peter’la beraber pikniğe gittik ki aslında bence hiç gerek yoktu. Çünkü zaten piknik alanı gibi bir yerde yaşıyoruz. Ama büyükbabamın antikalığı tuttuğu için gitmek zorunda kaldım. Peter bir ara bir böceğin peşinden sevinç çığlıkları atarak koştururken, Clara’yı uçurumdan yuvarlamak zorunda kaldım. Yanlışlıkla! Ama Clara’ya bir mucize oldu ve kız yürümeye başladı. Yanaklarım hala kırmızı!

Sevgili Günlük;
Evin önünde oturup zıp zıp zıplayan Peter ve Clara’yı seyrediyorum. Birken iki oldular! Yandaki masada da büyükbabam, Peter’ın dişsiz büyükannesi ve Clara’nın büyükannesi beyaz ekmek yiyorlar. Allah’ım sen bana sabır ver. Bu arada sanırım büyükbabam, Clara’nın büyükannesine âşık oldu. Yani en azından asılıyor. Kadın zengin tabii! Yanaklarım hala kırmızı.

İşte, günlükten aldığım ve ilginizi çekebileceğini düşündüğüm bazı detayları sizinle paylaştım. Ne de güzel kandırmış bizi sevimli kız ayaklarında…

Hey gidi Heidi hey!!!

Çok yakında Pollyanna’nın gizli günlüğünü de deşifre edeceğim…

26 Haziran 2010 Cumartesi

BİHTER ''KOMŞU KIZI'' OLSAYDI!?

Kadro çok iyiydi, senaryo güzeldi, yönetmen çok başarılıydı, görsel anlamda çok doyurucuydu ve her şeyden önemlisi çok önemli, çok özel bir edebi eserden uyarlamaydı…


Evet, Aşk-ı Memnu’dan bahsediyorum! Dün sona eren Aşk-ı Memnu’dan…
Ben de hemen hemen hiç kaçırmadan izledim, takip ettim. Belki biraz işim gereği her şeyi takip ettiğim için izledim belki de sevdim ama bir kurgu ve dizi olarak izledim…
Öncelikle içinde emek olan hiçbir şeyi eleştirmeyi sevmediğim için bugün eleştireceğim konunun Aşk-ı Memnu olmadığını belirtmek istiyorum.

Ben, bizi eleştirmek istiyorum…


Bundan bir, iki ay önce de yazmıştım; kadınların çılgınlar gibi ‘’Bihter yüzüğü, kolyesi, küpesi, çizmesi, salyası filan’’ aldığını ve bunun nedenini anlamadığımı! Gerçekten anlamadığım birçok detay gördüm ben bu dizi sayesinde.

Bir kere ‘’Bihter’’ karakteri makbul insan mı ki tapınılıyor bu karaktere? Neden milletçe ‘’Bihter’’ karakterine hayran kaldık? Hayran kalınan Beren Saat’ se eğer tamam ama sanmıyorum! Ve eminim ki bundan 6- 7 yıl sonra mini mini Bihter’ler ilkokul sıralarına oturacaklar. Çünkü Bihter’e hayran kaldık!
Niye? Neden?


Komşumuzun kızı, böyle bir ilişki yaşasa, yerden yere vururuz bence!

Bu mini mini Bihter’lerin yanındaki sıralara da minyatür Behlül’ler oturacaklar elbette çünkü o da makbul adam oldu! Gerçek hayatta mahallenin kahvesinde linç edilecek adam, kimsenin kızını vermeyeceği kadar büyük bir günahı olan biri, ‘’idol’’ oldu! Kıvanç Tatlıtuğ’dan bahsetmiyorum. ‘’Behlül’’den bahsediyorum!


Nelerine acıdınız? Yapılabilecek en büyük ihaneti gerçekleştirmelerine mi?
Bu ihaneti ortaya çıkartmak isteyen diğer karakterlere düşman olan insan gördüm ben bu topraklarda! Desteklediğiniz ne?


Üçüncü sayfa cinayetlerine sebep olan ilişkilerden birinin yaşanması bu kadar hayran kalınacak bir durumsa eğer kimse bundan sonra ağzını açıp da aldatanlar, aldatılanlar hakkında konuşmasın çünkü fırsatını bulsa ‘’BİHTER’’in heykelini dikecek insanlar var bu memlekette!

Sokakta, beş çayında, orada, burada ağzımızı her açtığımızda ahlaksızlık, şerefsizlik, adilik ve bilumum kötü özellikle nitelendirdiğimiz insanlardan farkı olmayan ikisini, ekranda görünce tapılası birer karakter yaptık.

Buna ‘’ama onlar birbirlerini çok sevdiler’’ diye savunma getirilebileceğini de farkındayım ama o zaman ben de ‘’ yan komşunun kızı da başka bir adamı çok sevdiği için aldatmıştı kocasını’’ diyebilirim!

Ben zaten herkesin kendi yaşadığını bildiğini ve yaşayandan başka hiç kimsenin kimin, neyi, niçin yaşadığını anlayamayacağını savunan bir insanım ve şu anda insanların yaşadıkları ilişkileri de eleştirmiyorum.

Eleştirdiğim ve anlayamadığım şu: hangi kesimden olduğu önemli olmaksızın bu topraklarda yaşayan herkes, değil kocasının yeğeniyle beraber olmak, bambaşka bir adamla beraber olan evli bir kadını derhal toplumdan dışlarken BİHTER’e hayran kalınması. Nasıl bu kadar ikiyüzlü olabildiğimizi anlamıyorum!

Ya göründüğümüz ve konuştuğumuz gibi bir toplum değiliz ya da hayran kaldığımızın Beren Saat olduğunu farkında değiliz!

Neyse, belki bu dizi sayesinde ‘’aşk’’ a saygı duymayı öğrenmişizdir de bundan sonra insanların yaşadıkları ilişkileri eleştirirken aklımıza ‘’Bihter’’ ve ‘’Behlül’’ gelir.


Sevgiler…

20 Haziran 2010 Pazar

CANIM BABAM...

Çok şanslı bir insanım ben!

Çok güzel bir evde doğdum ve çok güzel bir aileye sahibim…
Çok güzel bir annem ve çok sevdiğim üç kardeşim ve dünyalar güzeli bir yeğenim var…

Ve dünyanın en mükemmel babasına sahibim…
Bütün babalar mükemmeldir aslında evlatları için ama ben, bugün bencillik yapıp, canım babama seslenmek istiyorum…

Bugün babalar günü ve aslında ben anneler günü, babalar günü gibi günlerle ilgili yazmaktan hiç hoşlanmıyorum. Kayıpları olanlar adına samimiyetsiz buluyorum bugünleri, perakende sektörünün maşaları gibi görüyorum böyle günleri ama bu sene farklı hissettim…

Bizler, duygularımızı çok rahat dile getiren, gösteren bir millet değiliz... Hep gizli yaşarız, göstermek istemeyiz… Sarılmayız, öpmeyiz, anlatmayız…
Artık haykıralım birazcık…

Çok seviyorum, babacığım seni…
O kadar güzel ki senin kızın olmak.

Çocukken benimle saatlerce oynadığın günlerden birinde annemin kristal vazosunu kırmıştım ve sen suçu üstüne almıştın, annem bana kızmasın diye; işte, hayatım boyunca da öyle korudun beni…

Bu yaşımda bile hafif ateşim çıksa gece kalkıp, beni kontrol ediyorsun biliyorum ve o kadar güzel ki bunu yaşayabilmek…

Hayatta yapmak istediğim, yapmayı düşündüğüm, aklımdan geçirdiğim her şeyi yapmam için hep şans verdin bana. Hep önümü açtın yapmak istediklerim için…

Başarısız olup, döndüğüm zamanlarda ise hiç başarısızlıkları gündeme getirmedin; yeni bir şans açtın her zaman…

Sadece bana değil, kardeşlerime de her türlü şansı ve fırsatı verdin her zaman, bazen imkânlarını zorlaman gerekse bile herhangi bir şeyin içimizde kalmasına asla izin vermedin…
Ama bunu yaparken de asla hayal âleminde yaşamamıza izin vermedin. Bizler hayatın gerçeklerini öğrenelim diye de her zaman gerçek hayatı gösterdin bize…

Belki bizler sana istediğin şeyleri veremedik ve seni birçok kez hayal kırıklığına uğrattık ama hepimiz seni çok seviyoruz ve her şeyden de öte bizi bu kadar çok sevdiğin için çok şanslı olduğumuzu biliyoruz…

Biz, sana ve anneme sahip olduğumuz için çok şanslıyız…
Bizim babamız olduğun için çok teşekkür ederiz…

Evet, güzel babam; senin ve tüm babaların, babalar gününü kutluyorum…

Tüm babalara evlatlarıyla geçirecekleri sağlıklı ve huzurlu uzun seneler diliyorum…

Sevgiler…

13 Haziran 2010 Pazar

GENÇLER İÇİN EĞLENCE REHBERİ!?

Genç bir arkadaşımdan aldığım bir elektronik posta var. O arkadaşım, bana öğrenci olduğunu, şu anda çalışmadığını ve tatile de gidemediği için çok sıkıcı bir yaz geçirdiğini yazmış.

Bu arada geçtiğimiz haftalarda işyerlerini öyle eğlenceli yerler olarak tanıttık ki, hiç çalışmayan bir insanın gözünde, bir Disney Land yarattık sanırım. Durum o kadar basit değil maalesef.

Evet, iş yerlerinde daha önce bahsedilen her şey yapılabilir ama bu düşünüldüğü kadar kolay değildir. Onları yapmak da çaba, dikkat ve enerji gerektirir. Ve yakalanıldığı taktirde sonuç kocaman bir hüsran olabilir. O yüzden kendine güvenmeyen ya da kendine manasız bir şekilde güvenenler bence sadece işlerini yapsınlar.

Benim fikirlerimle hareket etmek de çok akla yatkın bir şey olmadığı için siz kendi bildiğiniz yolda ilerleyin.


Şimdi, gelelim genç arkadaşımızın sorununa.
Tahmin ediyorum ki; öğrenci olduğunuz için çılgınlar gibi para harcayarak, vakit geçirmeniz pek mümkün değil.

Mesela yaz-kış işe yarayan ve genelde garantili sonuç veren bir eğlence çeşidi vardır. Bu eğlence için çok para harcamak da gerekmez ayrıca. Arabanıza benzin parası ya da arabanız yoksa yol parasıyla çok eğlenebilirsiniz.

Malum; düğünler, aslında ilk %50‘ in, diğer %50’ yi çok tanımadığı ortamlardır. Yani damadın tarafı gelinin tarafını, aynı şekilde gelin tarafı da damat tarafını çok tanımaz. Hele ki o düğünde oturma planı kapı girişine yerleştirilmediyse araya kaynamak çok kolay olur.

Ama dikkat gerektiren bir nokta var ki asla atlanmaya gelmez. Düğünün kalabalık olması şarttır.

Tabii yemekli ve limitsiz içki servisi olan düğünlerin seçilmesinde fayda vardır. Alkol almayıp, karın doyurmayacaksanız; ne işiniz var tanımadığınız insanın düğününde!?

Eğer düğün saat 20: 00’ de başlıyorsa, siz 21: 30 gibi ortama dalın. Nikâhı kaçırırsınız ama zaten tanımadığınız iki kişinin nikâhı sizi çok fazla ilgilendirmemeli. Her düğünde mutlaka boş bırakılmış yedek masalar vardır. Çok göze batmamaya çalışarak o masaya yerleşin.

Sonrası kolay zaten…
Vur patlasın, çal oynasın ilkesini benimseyerek eğlenin. Ama siz yine de çok vurmamaya ve çok patlatmamaya özen gösterin.
Bir de düğün ortamının duygusallığına kapılıp, gelini, damadı ya da anne-babaları tebrik etmeye kalkmayın. O zaman yakalanırsınız.

Şimdi, bunu okuyup ‘’tam sahtekârlık, kolay yoldan ve bedava eğlence’’ diye düşünenler olabilir. Kesinlikle değil. Bir kere ciddi ön çalışma gerektiriyor. Hangi düğün nerde, en kalabalık düğün hangisi, hangisinin menüsü daha zengin şeklinde sorular cevaplandırılmalı operasyon öncesinde.

Tabii bir de düğün ortamına uygun giyinmek lazım. Ancak, kesinlikle kendinizi kaybedip, düğün alışverişi filan yapmayın. Evdeki uygun giysilerinizle idare edin.

Aslında aynı aileye ait düğünleri takip etmeyi başarırsanız bir süre sonra kesinlikle göze batmazsınız. Üstelik göze batmadığınız gibi o ailenin düğünlerinden birini kaçırdığınız anda tüm gözler sizi arar. Mesela ben, bizim aileye ait her düğünde gördüğüm ama hiçbirimizin tanımadığı o üç genci, en son düğünde göremedim ve ciddi anlamda merak ettim. Ama son düğün biraz uzak bir noktadaydı belki o yüzden izimizi kaybetmişlerdir.

İşin felsefesi çok basit. Hedefi belirle ve hedefe saldır.
Sakin, riske girmeden, çok göze batmadan.

Bana soracak olursanız; böyle bir şeyi deneyip denemediğimi ‘’Hayır’’ şeklinde bir cevap alırsınız. Yanlış bulduğum için değil. Sadece bu yola başvuracak zamanım yok. Çünkü her yıl 3- 5 çocuk doğan ailemde, her ay 3’er 5’er düğünler oluyor. Dolayısıyla, ihtiyaç hissetmiyorum. Yoksa yöntem, çok basit ve güvenilir. Kesinlikle tavsiye ederim.

Hadi herkese iyi eğlenceler...

1 Haziran 2010 Salı

TATİLE ÇIKAMAYANLAR REHBERİ!

Geçen hafta yayınlanan tatile çıkamayan ve çalışmak zorunda olanlar rehberi, yoğun ilgi gördü. Hafta boyunca okuyucularımdan çok sayıda elektronik posta aldım. Birçoğu tavsiyelerim için teşekkür ederken, bazı okuyucularımız da kendi tavsiyelerini yollamışlar. Bazıları da akıllarına takılan bazı şeyleri sormuşlar.


Tatile çıkamayıp da ofiste, işyerinde tıkılı kalan bir okuyucumuz, ofiste iskambil oynadıklarını yazmış ve eğer varsa bu konudaki birikimlerimi paylaşmak istemiş. Öncelikle, işyerinde iskambil oyunları oynamak her yerde olduğu gibi çok zevklidir. Ancak; ben şahsen bu çalışma ortamını renklendirme yöntemlerinden biri olan ofis iskambil oyunları turnuvasını çok onaylamam. Çünkü risklidir. Öncelikle ani bir baskın karşısında ortalığı toparlamanız uzun sürebilir ve dolayısıyla yakalanabilirsiniz. Ama siz diyorsanız ki ‘’biz işi kitabına uydurduk, üstelik Mahmut Abi bizim için gözcülük yapıyor, yakalanmayız’’, o zaman şeytanınız bol olsun. Bu durumda tavsiye edebileceğim oyunlar; Batak, King, 3-5-8 filan olabilir. Zaten yakalansanız da bahaneniz hazır. ‘’Herkesler deniz, güneş, kum çılgın gibi eğlenirken, çalıştırmasaydınız bizi’’ diyebilirsiniz.

Bir başka okuyucumuz bilgisayar oyunlarından çok hoşlanmadığını ve yapacak bir şey bulamamaktan dolayı işyerinden soğumaya başladığını yazmış. Size tavsiyem eğer büyük bir masanız varsa ve futboldan hoşlanıyorsanız, sizinle aynı durumda olan bir arkadaşınızla masa üzerinde bir bozuk paradan faydalanarak maç yapabilirsiniz. Oyunun kuralları şöyle: Siz masanın bir ucunda parmaklarınızı masaya yapıştırmak suretiyle kale oluşturacaksınız. Arkadaşınız da sadece parmaklarını kullanarak bozuk parayı kaleye atmaya çalışacak. Aslında bu, basit ve zevkli olduğu kadar turnuvaya dönüştürmeye de açık bir oyundur.

Tavlayı çok sevdiğini söyleyen bir başka tatile gidemeyip, çalışmak zorunda kalan mağdurumuza abartmamasını tavsiye ediyorum. Yüz bulunca astarını istemek durumu yaşanacağı gibi, tavlanın çıkartacağı gürültü daha beter bir sonucun yaşanmasına da vesile olabilir. Ama tavla oynayabileceğiniz bol miktarda oyun sitesi mevcut.
DİKKAT!
Bilgisayarlar söz konusu olduğunda ister oyun oynayın, ister facebook ya da twitter takılın, unutulmaması gereken tek gerçek: bilgisayarın ekranını iyi ayarlamanız ve yüz ifadenize sahip olmanızdır. Ekranı sizden başka biri görmesin ve facebook’ta paylaşılan sersem bir videoya gülümserken yakalanmayın. Tutun ifadenizi!

Kadınların bol olduğu bir çalışma ortamınız varsa eğer fal bakabilirsiniz. Üstelik bunun için 3.gözünüzün filan olması gerekmiyor. Nasıl olsa işyerinizdeki herkesle ilgili bir şeyler biliyorsunuzdur. Onları birleştirin ve atın gitsin. Burada dikkate alınacak nokta, fala ücretsiz bakmak zorunda oluşunuzdur. Nakit para almayın çünkü bu sömürüye girer. Ama bunun yerine fal baktığınız kişilere sizin yapmanız gereken işleri yaptırabilirsiniz.
Yine kadınların yoğun ilgi göstereceğini düşündüğüm diğer bir ofis hobisi ise ‘’kendi takını kendin yap, hem de ofiste yap’’tır. Alacağınız rengârenk boncuklarla kendinize kolyeler, bilezikler yapabilir aynı zamanda da sıkıcı ofis saatlerinizi renklendirebilirsiniz. Bu gerçekten yararlı olur. Çünkü eğlenirken bütçenize de katkı da bulunmuş olursunuz.

Gelelim ‘’Tüm bunlar bana yetmiyor, ben denize gitmek istiyorum’’ diyenlere. Bu durumda olanların, yalan söylerken kızarmamaları ve kekelememeleri gerekmektedir. Mesela hasta olduğunuzu söyleyip işten kaçabilirsiniz. Ama bu yalanı söyleyip işten kaçtığınız takdirde plajda iş yerinden kimseye yakalanmamanız gerekmektedir. Üstelik çok iyi bir koruyucu krem kullanılması zorunludur. Aksi halde ertesi gün işe kıpkırmızı bir suratla gitmeniz gerekebilir ki bu hiç hoş olmaz.

Hayatınızı zorlaştıran her şeyi keyifli hale getirebilmeniz için biraz çaba ve biraz hayal gücü yeterlidir. Gerisi çorap söküğü gibi gelir.

Kendinize iyi bakın ve çok eğlenin.

9 Mayıs 2010 Pazar

ANNEM'İN DEĞİL; ANNELER'İN GÜNÜ!

Bugün, Anneler Günü!

Niyeyse birkaç senedir anneler günüyle ilgili yazı yazmak yoruyor beni. Samimi bulmuyorum kendimi bugünle ilgili yazı yazarken.

Kendi annemin gününü zaten kutladım. Benim annem iyi ki var ve o benim her şeyim. Onu çok seviyorum ve zaten onu sevdiğimi söylemek için her sene mayıs ayının ikinci pazarını beklememe gerek yok. Canım yeğenim Ali’min güzel annesi Esin’i, Meliha Teyze’mi, Ali’min Emine Teyzesi’ni ve güzel Irmak’ın güzel annesi Özlem’i de kutladım. Hepsi iyi ki varlar. Bütün anneler iyi ki varlar. Hepsi her zaman evlatlarının yanında olsunlar ve hepsinin günü kutlu olsun. Daha nicelerini yaşasın herkes.

Zaten beni tanıyanlar bilirler; sevgi arsızıyımdır ben! Yapış yapış gösteririm sevgimi. Benim derdim Anneler Günü’nde sevgi göstermekle ilgili değil. Ben her gün, her şekilde kutlama yapma ve sevgi gösterisinde bulunma potansiyeline sahibim zaten.

Derdim başka benim mayısın ikinci pazarıyla ilgili;
Benim canım acıyor Anneler Günü’nde. Aklıma çocuklarını kaybeden anneler geliyor çünkü. Yaşamayanın asla bilemeyeceği bir acıya maruz kalan anneleri düşünüyorum her Anneler Günü’nde.

Özellikle çocuklarını bu vatan uğruna şehit vermiş anneler için içim acıyor benim. Ana haber bültenlerinde acı haberlerini aldığımız gencecik çocuklar var ya; işte, onların annelerinin, o günlerinin nasıl geçtiğini düşünüyorum ben. Bizler için birer kahraman hepsi onların. Hepimizin isimsiz kahramanları onlar. Hâlbuki hepsinin ismi var. Bundan en fazla 18-20 sene evvel mutlulukla kucağa alınmış çocuklar onlar. Bin bir emekle ve umutla büyütülen, yetiştirilen evlatlar. Sonra da anneleri, babaları tarafından ‘’Vatan sağ olsun’’ denilerek, veda edilen gencecik insanlar. Hayatları ellerinden alınmış genç kahramanlar. Giderlerken yanlarında annelerinin ve babalarının da tüm umutlarını götürüyorlar. O annelerin ne yaşadıklarını, ne hissettiklerini düşündükçe o özel gün bana boş gelmeye başladı. Baktığım her yerde bugünle ilgili mutluluk dolu sözleri gördükçe hayatın devam ettiğini anlamak ve bu çocukların ne için annelerinden ayrıldıklarını bilememek aklımı karıştırdı benim. Kaç kişinin aklına o annelerin geldiğini düşünmekten yoruldum. Onlar vatana evlatlarını feda ederlerken; onlara bu fedakârlığın borcunun nasıl ödeneceği ile ilgili sorular geliyor aklıma; her yerde ‘’Anneler Günü’’ şenlikleri devam ederken.

Tüm şehit annelerine bir Anneler Günü’nde, hak ettikleri bir armağan verilirse; belki ben de huzurla kutlarım bugünü…

Çok mu karamsar buldunuz? Ya da çok mu habis görünüyorum?
O zaman bir de dilimizden eksik etmediğimiz kimsesiz çocuklardan bahsedelim ki tam olsun!
‘’Anne’’ kelimesini kullanmaya ihtiyacı olan o kadar çok çocuk var ki. Bu konuda faaliyet yapanlar dışında kaç kişi bir Anneler Günü’nde bu çocuklara bu kelimeyi kullanma şansı vermek ya da en azından birazcık şefkat göstermek için onlarla vakit geçirdi? Kaç kişi bu sabah yanına kendi çocuğunu da alıp, bir çocuk yurduna gitti? Saymakta zorlanacağımızı sanmıyorum.

Kendi annemizi kutlamak çok kolay. Yakınlarımızı kutlamakta bir şey yok! Önemli olan o özel günde bundan mahrum bırakılanları hatırlamak!

Herkese, özellikle tüm annelerimize sevgiler…



23 Nisan 2010 Cuma

YILANDAN KORKMAM Kİ BALON KADAR...

Yazılarımı takip edenler bilirler ki benim onlarca saçma fobim var. Tamam, muhakkak fobilerimin bilimsel anlamda bir isimleri ve nedenleri vardır ama duyanlarda ilk anda şaşkınlık yaratan fobilere sahibim ben.

Balon, yükseklik, oyuncak bebek, cüce, palyaço, Uzak Doğulu insan, top…
İçlerinde en akla, mantığa yakın olanı yükseklik! Hatta tamamen mantıklı ve bana yakışmayan bir fobi, o. Daha doğrusu diğerlerinin yanında besleme gibi duruyor.
Diğerlerinin içinde sadece ve sadece ‘’ balon’’ fobimin sebebini biliyorum. Onu da 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı vesilesiyle fark ettim aslında.

Bir 23 Nisan Günü oluştu benim balon fobim, yıllar önce…

Annem, iki erkek çocuğunun üstüne kızı olunca çok sevindiği ve beni o zamanlar tam çözemediği için 5 yaşından itibaren bale okuluna yolladı beni. 23 Nisan ve balon vukuatı da o eğitim yüzünden başıma geldi zaten.

İkinci yılımdı sanırım bale okulumdaki. 23 Nisan için bir organizasyon düzenlemişti okul. 23 Nisan akşamı resitalimiz olacaktı. Gündüzse bayram etkinliklerine bale okulu olarak katılacaktık.

Yaşları 5-9 arasında değişen 20 tane kadar kız çocuğunu, üstlerinde tütülerle bir traktörün arkasına yükleyip, ellerine birer tane uçan balon vereceklerdi. Çoğunluğumuzun süt dişleri döküldüğü için ağzımızı açtığımız anda gayet çirkin görüntüler oluşturan biz minik balerinler, traktörün arkasında uslu uslu durup, tam protokolün önünden geçerken de uçan balonlarımızı havaya bırakacaktık. İki yıllık bale eğitiminden geçmiş çocuklar için oldukça basit bir organizasyon gibi görünebilir ama kızların çoğunluğu akrabamdı. Yani hocanın bizler bir aradayken oluşturabileceği en komplike olaydı aslında.

Neyse!
Protokolde geçiş sırası bale okuluna geldi ve annelerimizin ‘’sakın gülümsemeyin, dişleriniz yok’’ tembihleriyle traktör hareket etti.

Tam protokolün önünden geçeceğimiz sırada nasıl olduğu hala muamma olan bir şekilde, kızlardan birinin balonu patladı. Sonrasında ise hepimizin balonları tek tek patlamaya devam etti. Balonlar uçan balon olduğu için de hepimizin kirpikleri, kaşları ve saçlarımızın ön kısımları yandı. Hem patlamaların etkisiyle korktuğumuz için hem de canımız bir şekilde acıdığı için hep beraber ağlamaya başladık.

Bir geçiş sırası olduğu için ve traktörün durması mümkün olmadığı için bir traktör dolusu dişsiz; kaşları, kirpikleri, saçları yandığı için beyazlamış ve avaz avaz ağlayan kız çocuğu olarak valiyi, belediye başkanını ve protokolde artık o anda kim varsa hepsini selamladık.

Sonra bir şekilde ailelerimize teslim edildik ve akşamki resital de iptal oldu. Çok korkunç bir gündü, çok…

İşte, benim balon fobimin sebebi budur. Düşününce çok haklı bir sebep olduğunu kabul etmek gerekiyor aslında.
Kesin diğer fobilerimin de bir sebebi vardır ama zaman içinde hatırlayabilirim. Mutlaka o travmaların nedenleri de çıkar bir şekilde karşıma…

Sevgiler…

P.S. Bale eğitimim, bale öğretmenimin anneme bende koordinasyon eksikliği olduğunu ve benden asla bir balerin olamayacağını açıklaması üstüne 5.yılında sona erdi!

20 Nisan 2010 Salı

TÜRKLER İÇİN DOĞAL ÖLÜM YOLLARI

Şüphesiz ki; zeki, akıllı ve kurnaz bir milletiz.
Ama ben trafikte, doğal yaşamda ve özel günlerde bu kıvrak zekâmızın nereye gittiğini çok merak ediyorum.


Bir ülke, her yıl trafik kazalarında aldığı zararla dünya birincisi olabiliyorsa; artık durup, düşünmenin zamanı gelmiş de geçiyor olmalıdır. Bunda karmaşık olan nedir ben anlayamadım. Trafik kurallarına uymazsanız ya sizin ya da karşınızdakinin canının yanacağı kaçınılmaz bir gerçekse ne diye bu kurallar ihlal ediliyor? ‘’Bana bir şey olmaz’’ mantığı daha ne kadar can almaya devam edecek diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Sanki bir savaş halindeymişiz gibi sürekli zayiat veriyoruz ve bu günlük yaşantımızın devamı haline geldi. Tamam, hadi bunu kabul edelim. Türk İnsanı trafik kazasında ölür diye bir teori geliştirelim. Doğarlar, büyürler ve günü gelince bir trafik kazasında yaşamlarını noktalandırırlar.

Utanç verici ama bunu şimdilik bu şekilde kabul edelim diyeceğim ama bu sistemi de bozan şeyler var. Millet olarak ‘’özel günler’’ kutlamaya karşı büyük ilgi duyuyoruz ve bu yaşam standartlarımızı değiştiriyor. Ben de diğer vatandaşlar gibi trafik kazasına kurban gitmeyi beklerken ‘’Dünya Sigarayı Bırakma Günü’’nü kutlayan bir arkadaşımızın serseri kurşununa hedef oluyorum. Hay Allah! Hâlbuki ben çok hazırdım trafik kazasında ölmeye ya da arkadaşlarımla girdiğim ‘’suyun altında kim daha fazla nefessiz kalacak’’ iddiasında yaşamla vedalaşmaya. Nereden çıktı şimdi bu kendini bilmez kurşun diye düşünürken; gözüm açık gidiyorum doğal olarak. Adamın da bir suçu yok. O adamcağız erkekliğini ve insanlığını tescillemek amacıyla sevincini belli etmenin yolu olarak sağa, sola kurşun sıkmayı uygun görmüştür. Tamamen, kurşunun serseriliğinden, kopukluğundan kaynaklanıyor her şey!

Buradan çıkan sonuçlar ortada. Bizler için doğal ölümler aşağıda sıralanıyor:
—Trafik kazaları(Çünkü trafik kazaları sadece masallarda yaşanır sanıyoruz)
—Gereksiz ve saçma iddialar(Çünkü biz kendimizi doğaüstü varlıklar sanıyoruz)
—Serseri kurşunlar(Çünkü özel günler kurşun sıkmadan kutlanmaz)

Bu hicap verici sonuç neyin neticesi diye düşünüp duruyorum günlerdir. Cahillik yani eğitimsizlik en önemli neden olabilir. Ama burada yanlış anlaşılmaması gereken nokta cahilliğin okumuş olmakla ortadan kalkmayacağıdır. Öyle olacak olsa üniversite öğrencisi gençler yollarda sapır, sapır kaza yapmazlardı.

Bunun illa ki başka bir açıklaması vardır. Bizlerin kendimizi 1000 aslan gücünde ve ölümsüz zannetmemizle yakın ilişkisi olduğu ortada. Yoksa normal düşünce yetisine sahip hiçbir insan evladı bir şişe rakıda yüzdükten sonra direksiyon başına geçmezdi.
Etrafında yüzlerce insan olan herhangi bir canlı deli gibi sağa sola ateş etmezdi.

Ya düşündüğümüz kadar doğru kullanamıyoruz aklımızı ya da bize verilen akıllar yanlış. Televizyonun etkisi tartışılmaz. Herkes birer ‘’Polat Alemdar’’ edasıyla keskin bakışlar atarak dolanıyorsa etrafta bilin ki hepimiz bir ‘’Truman Show’’a dâhil olmuşuzdur. Ama be kardeşim niye Miroğlu’nu örnek alıyorsun da; televizyonda yayınlanan genel kültür programlarından bir nebze bir pay çıkartmıyorsun kendine?
Eğitim kalitemize, eğitmen kalitemize, toplum önünde olan insanların duruşlarına biraz dikkat edilmesinin vakti geldi. Geldi, gelmesine de zaten amaç bu muydu; amaç donuk ve düşünme yeteneğinden yoksun bir millet yaratmak mıydı diye düşününce de insan kimden, neyi düzeltmesini isteyeceğini bilemiyor!

Bizler de Lüksemburglular gibi yaşlanınca, ecelimiz geldiği için normal yolla ölmeyi hak eden bir toplumuz diye düşünüyorum ve bundan sonra hayatımızın fantastik bir film tadında değil de doğallıklar için de olmasını umuyorum.

Sağlıklı, trafik canavarlarından, serseri kurşunlardan ve ölümle sonuçlanan şakalardan uzak bir hayat diliyorum...

11 Nisan 2010 Pazar

BEN KAZANDIM!!!

Tutturdu ille de adaya gidelim diye! Büyükada’ya gitmek istiyormuş. İstanbul’a her geldiğinde gidermiş Büyükada’ya.

‘’Tamam’’ dedim. Gidelim istedim ben de. Zaten ben de severim Büyükada’yı. Daha doğrusu ben ada severim. Adanın, denizin ortasında tek başına durmasını severim. İstenildiği anda ulaşılamamasını severim. Adaların kendilerine has kokularını severim. Adada olmanın verdiği farklı özgürlüğü ve sadeliği severim. Kısacası ben Büyükada’ya gitmeye itiraz edecek biri değilim zaten.

O kadar çok tutturdu ki ve benim hayır diyeceğimden o kadar emindi ki ‘’tamam’’ dediğimi anlamadığı için kapıdan çıkana kadar da yalvarmaya devam etti, bozmadım! Hatta hoşuma gitti bana sürekli yalvarması; farklı bir keyif aldığımı bile söyleyebilirim!

‘’Benim orada arkadaşlarım, sevdiklerim, sevenlerim var’’ dedi… ‘’İyi’' dedim… ‘’Aya Yorgi Kilisesi’nde dilek dileyeceğiz’’ dedi… ‘’Gitmişken yaparız’’ dedim… ‘’Yılık da özlemiştir beni’’ dedi… Bir an baktım ne diyor diye ama ona da ‘’kıyamam’’ diye cevap verdim…

Böyle böyle vapura binene kadar ikna çalışmalarına devam etti. Çok fazla konuştu; hiç susmadı! Vapura binince anladı ki gidiyoruz, yoldayız. Anlayınca, rahatladı ve mutlu oldu. O anlayınca ben de rahatladım ve mutlu oldum artık en azından Büyükada’ya varıncaya kadar susar; denizi seyreder; martılara simit atar ve konuşmaz diye bir sevinç dalgası kapladı içimi…

Bilemezdim ki sevinince daha çok konuşacağını. Bir daha asla susmayacakmış gibi konuştu. Enerji fazlası olduğu için konudan konuya atlayarak anlattı. Takip edemez hale geldim. Bıraktım, takip etmeyi. Bir an vapurdan atlayıp, ızdırabıma son vermeyi arzuladım ama kendime ‘’saçmalama, sen bu kadar güçsüz olamazsın’’dedim.

Ağladım bir ara güneş gözlüklerimin arkasına saklanıp ama anladı ve adaya gittiğimiz için mutluluktan ağlıyorum sandı. ‘’Evet, çok mutluyum’’ dedim. Mutluluk üzerine anlatmaya başladı. Dinledim haliyle, gözlerimi denizin mavisine dikip! O kadar çok sevdiğim biri olmasaydı eğer; ona neler yapabileceğimi hayal ettim o anlatırken. Tatlı hayallerim adaya ulaşmamızla sona erdi.

Adaya ayak bastık ve bahsettiği arkadaşlarından biri geldi. Hayatımda gördüğüm en küstah yaratıktı arkadaşı Hiç hoşlanmadım. O da benden zerre kadar hoşlanmadığını tek bir bakışıyla anlattı zaten. Nihayetinde benim en yakın arkadaşım, onun yılda bir, iki kez gördüğü ama yollarda beklediği, kimselerle paylaşmaya kıyamadığı biriydi. Ben dişli bir rakiptim onun için.

Atladı çıktı arkadaşımın kucağına ve yerleşti oraya. Yerleştikten sonra dönüp, bana bakıp ‘’tısss’’ şeklinde bir ses çıkarttı. İyi bir anlama gelmediğini düşündüm, niyeyse!

Tanıştırdı arkadaşım bizi, ‘’Pınar’’ dedi ve beni gösterdi, başımla selam verdim kibar olmaya çalışarak. ‘’Yılık’’ dedi kucağında tuttuğu, kabarık tüylü, sahtekar olduğu her halinden belli kediyi göstererek. Ben ne kadar zarif olmaya çalıştıysam Yılık, kendi adasında olmanın verdiği rahatlıkla ve kişiliğinden kaynaklanan bir züppelikle yine tısladı bana bakıp. Alınmamaya çalıştım. Bozulduğumu belli etmek istemedim. Kediyle kedi olmak istemedim. ‘’Önce Aya Yorgi’ye gidelim’’ dedi arkadaşım. ‘’Tamam’’ dedim ama dönüp bakınca benimle değil de Yılık’la konuştuğunu görünce içim acıdı ama çaktırmadım. Yılık, halimi anladığı için keyifle miyavladı. Ben de arkadaşım başka bir yere bakarken elime döktüğüm suyu hafifçe Yılık’a doğru fışkırrtım parmaklarımı kullanarak.

İnadım tuttu ve onlar ikisi faytonla çıkarlarken; ben bisikletle çıktım, kiliseye. Sırf arkadaşım bensizliğin ne olduğunu anlasın diye. Aralarda faytonu durdurup, beni beklemeleri filan gerekti ve her seferinde aşağılık kedinin beni küçümseyen bakışlarına maruz kaldım ama yenilmedim ona! Nihayet kiliseye vardık. Ben onlardan sonra vardım aslında. Dilek diledim arkadaşım ve Yılık beni dışarıda beklerlerken. ‘’Tanrım, dışarı çıktığımda Yılık gitmiş olsun ve ben arkadaşımla başbaşa kalabileyim. Ne kadar çok konuşursa konuşsun ama benimle konuşsun’’ dedim.

Dışarı çıktım ve Yılık bana ‘’Nerede kaldın? Seni beklemek zorunda mıyız?’’ bakışı attı. Arkadaşım arada kalmasın diye ses çıkartmadım. Yemeğe gittik. Arkadaşım yemek boyunca da hep Yılık’la konuştu, beni ihmal etti. Tuvalate gidip, ağladım. Kıskandım çünkü daha önce hep benimle konuşan arkadaşımın kediyi bana tercih etmesini. Çok ağladım!

Sonra Büyükada keyfinin bitme saati geldi; arkadaşım ve Yılık iskelede vedalaştılar. Güç bela, çevredekilerin de yardımıyla Yılık’ı arkadaşımın kucağından aldık. Vapura binmeden önce dönüp, tek kaşımı kaldırıp, gülümsemedim pis kediye!Tısladı! Sanırım ‘’Sen bir daha buralara gelirsen, çok fena yaparım’’ demek istedi. Öpücük yolladım, gülümseyerek. Vapurdan el salladık sonra ona. Arkadaşım içtenlikle; bense ‘’ben kazandım’’ ifadesiyle dakikalarca el salladık. Bakışlarından anladığım kadarıyla uçabilse o vapura uçup, beni paralardı ama bir kediydi nihayetinde ve uçamazdı. O güvenle de abarttım sanırım gövde gösterimi.

Dönüş yolu boyunca arkadaşım yine anlattı bir sürü hikaye ve ben bu kez keyifle dinledim.

Bir daha adaya gider miyim? Zor! Başka adalara giderim ama o kedinin olduğu herhangi bir toprak parçasında beni huzurun beklemediğini biliyorum artık. Güzel bir gün müydü? Yılık’ın olmadığı her dakika muhteşemdi.

Yılık olmasaydı eğer bu yazı çok ama çok başka bir yazı olacaktı. Büyükada’yı anlatacaktım ama olmadı, kısmet değilmiş.

16 Mart 2010 Salı

Yiğidin İyisine Deli Derler...

Ne demek deli? Bizden farklı olan, daha özgür davranabilen; empati kuramamakla beraber müthiş bir sempati oluşturabilen; kıyas-mukayese yeteneği pek olmayan hatta belki de hiç olmayan; şuursuzluk derecesinde tuhaf davranışlar sergileyen ve akıl-mantık ikilisini asla bir araya getirmeyen kişilere deli diyoruz. Bu asla bilimsel bir açıklama değil. Sadece, bizlerin onlar için yaptığı yorumlardan oluşan bir açıklama. Peki, biz kimiz? Çok mu normaliz? Ya da normal ne demek? İlk deli nasıl keşfedildi? Belki adam çok normaldi de diğerleri deliydi ama adam tek normal olduğu için ona deli dediler. Olamaz mı?
Ayrıca diyelim ki gerçekten biz normaliz, deli dediklerimiz anormal... Ama onlar bizden daha mutlu yaşamıyorlar mı sizce de? Ben şahsen %50, %50 iki tarafta da yaşayan bir insan olarak deli gibi davrandığım zaman daha mutlu oluyorum. Bir kere kimse deli olduğum zamanlarda bana neyi, niye yaptığımı sormuyor. Muhtemelen içinden ‘’Delidir, ne yapsa yeridir’’ diyip görmezden geliyor. Anormal kısmımı yaşarken daha bir özgür davranıyorum. Bu özgürlüğü kimisi deliliğin sınır tanımamasına bağlarken, sınırlarını aşamayan bir kısım da gıptayla izlerler. Belki de cesurluktan doğan bir davranış şeklidir delilik.
 ‘’Yiğidin iyisine deli derler’’ diyen Mevlana Celaleddin Rumi’nin kastettiği bu anlama mı geliyor acaba?
Bazısı da vardır damarına basıldığı taktirde nükseden bir deliliğe sahiptir. Aslında onlar belki de en tehlikeli olanlardır. Çünkü neyin, ne zaman nüksedeceğini bilemezsiniz. Ama işte en başından beri söylemek istediğim burada da karşımıza çıkıyor. Ya nükseden şey normallikse de aslında rutin davranışları anormalse?
Hem niye elin adamına deli diyoruz? Onlar deliyse biz akıllıyız. Onlar bize ‘’Aaa akıllıya bak’’ diyorlar mı? Kaldı ki onlara göre tuhaf olan da biziz.
Bir de şöyle bir gerçek var. Herkes delinin söyleyebileceği şeylerden korkar. Çünkü, deli dediğimiz adam özgür olduğu için ve bizlerden daha farklı gerçekleri görebildiği için her zaman için biz normallerin, duymaktan çekindiği şeyleri tak tak söyleyip geçer. Ve bu gerçekler bizi korkutur. Ben şahsen normal kısmımdayken, bir deli gelip de bana duymak istemediğim bir gerçeği söyleyecek diye çok korkarım. Peki o zaman bu insanlar gerçeklere bizden daha yakınsa hayal aleminde yaşayan biz olmuyor muyuz? Uçuk kaçık saçmalıklara sığınıp, bahaneler bulan biz değil miyiz?

Benim için bu yazıyı yazmak çift taraflı görüşleri sergilemek gibi bir şey oldu. Her iki Pınar da fikirlerini söylüyor delilik hakkında. Toplumun sevdiği, toplumun beklediği davranışları sergileyen normal Pınar’la; içinden geldiği davranan hatta belki de içinden gelmese bile davranışlar sergileyen Pınar iç içe geçmiş bir şekilde deliliği yorumlarken iki taraf da fikirlerini sunmuş oluyor.
Ben açıkçası deli olan Pınar’ı daha çok seviyorum. Çünkü deli olan Pınar, özgür ve hiçbir şeyden çekinmiyor. Ve şüphesiz daha başarılı. Sopasını sadece kendisinden daha deli birini görünce saklıyor. Normal Pınar biraz rol yapıyor. Normal olmaya zorluyor kendini. Ve sanki herkes bunu yapıyormuş gibi geliyor bana. Eğer gerçekten hepimiz kendimizi normal olmaya zorluyorsak, belki de normal olduğumuzu zannettiğimiz zamanlarda anormal davranıyoruzdur.
Bırakın, rahat olun, deli dediğiniz adamların arasına karışın. Kendinizi anlamını tam olarak da bilmediğiniz normallik için zorlamayın. Unutmayın kimin deli, kimin akıllı olduğu kesinlikle feza’nın sınırları kadar muamma.
Herkese sınırlı da olsa özgürlükler diliyorum.

24 Şubat 2010 Çarşamba

İÇİMDEKİ SESLE GECE DIŞARI ÇIKTIK

Geçen seneydi. Haliyle küçük değildim. Tüm ailem Antalya’da, ben de İstanbul’da yaşıyorduk. İstanbul’da olunca hep bir haller olurdu o zamanlar bana ve zincirinden kurtulmuş bir vahşi gibi sürekli gezerdim. O kadar çok gezdim ki, bir dönem sonra çok yoruldum ve eve kapanmaya karar verdim. Artık, evde yaşayacağım bir hayat istiyordum çünkü. Kapandım da!
Tam bir gün evden çıkmadım. Ertesi gün arkadaşım Jülide aradı. Dışarı çıkmamızı teklif etti. Aslında Tanrı’nın bir işareti olarak, tam bir gün boyunca evden çıkmamış olduğum ve artık dışarı çıkmaya hazır olduğum halde çıkmak istemedim. Zerre kadar içimden gelmedi. Tanrı’nın işaretini kendi kendime ‘’naz yapmak’’ olarak yorumlayıp, çıktım.
İçimde gitgide büyüyen huzursuzluğa ve onun içimden çıkarken dönüştüğü huysuzluğa kesinlikle aldırmak istemiyordum aslında ama o benden daha baskın bir yapıdaydı ve arsız bir çocuk gibi sürekli, kolumu filan dürtüp ‘’keşke çıkmasaydın’’ gibi şeyler söylüyordu. Bir ara Jülide başka tarafa bakarken, içimdeke sese dönüp ‘’bir daha ağzını açarsan, seni eve kapatırım ve bir daha çıkmana izin vermem’’ dedim. Sustu! Sustu susmasına ama sinsi sinsi beklediğini ve çarpık bir ifadeyle gülümsediğini içten içe hissediyordum.
Jülide, ben ve içimdeki ses hep beraber Beyoğlu’na gittik…İçimdeki sesin huysuzluğu o kadar bana yansımıştı ki artık girdiğimiz hiçbir mekanı beğenmiyordum. Heryere giriyorduk ve 4.dakikasında geri çıkıyorduk. 5 dakika değil fark ettiyseniz. Sadece 4 dakika. Neyse…
Jülide’nin sabrının tükenmeye başladığını hissettiğim dakikalara denk düşen bir anda Pera’da bir mekanda kalmaya karar verdik. İçimdeki sese dönüp ‘’beni huzursuz etmeyi bırakıp, eğlenmeye çalışır mısın’’ dedim ama cevap vermedi.
İki katlı mekanın alt katında kalmaya verdiğimiz için ben üst kata çıkıp, ceketlerimizi vestiyere bırakmaya gittim. İşte içimdeki senin beni niye uyarmaya çalıştığını da ondan sonra anlamaya başladım.
Neyse…
Yukarı çıktım. Montları vestiyere bıraktım. Yukarı çıkarken kullandığım merdivenin ne kadar uzak olduğunu düşündüğüm bir anda karşıma başka bir merdiven çıktı ve bariz bir şekilde aynı yere inmemi sağlayacağını söylüyordu. Ben de dinledim. Merdivenin başına geldiğimde her basamağa, bir daha hayatım boyunca görmek istemeyeceğim ‘’let ışık’’ koyduklarını gördüm. Hoşuma da gitti bir an için çünkü o kadar karanlık bir ortamda o ışık, benim basamakları görmemi sağlayacaktı.
İlk basamağı geçtim ve ikinci basamağa geldiğimde ‘’let ışıkların’’ benim düşündüğüm anlamda kullanılmadığını anladım ama artık çok geçti. Işıkları birer basamak arayla koymayı tercih etmişlerdi. Bu tercihi kullanan işletmeyi içimden tebrik ederek, Jülide’nin beni beklediği mekana düşmem sanırım birkaç saniyemi aldı. Bungee jumping yaptığım dönemden beri havada o kadar uzun kalmayı başardığım ilk an o andı zaten.

Yirmi basamaklı merdiveni uçarak aşağıya indim ve yere yüzüstü kapandım. Ama hemen aynı saniyede ayağa fırladım ve gören var mı diye etrafıma baktım. Canımın olanca acısına rağmen yüzüme yerleştirdiğim gülümseyişle tam yürümeye başlayacaktım ki 30’lu yaşlarda bir adamın yüzünde panikle bana doğru geldiğini gördüm. Hemen anladım ki düşüşümü görmüştü. Yanıma gelip, ‘’iyi misiniz?’’ diye sordu ve ben ‘’tabii ki iyiyim’ dedim. Adam, beni tepeden tırnağa süzerek ‘’emin misiniz? Pantolonunuzun dizi yırtılmış’’ dedi. Sağ dizimdeki eşsiz acının sebebini o cümle sayesinde anlayabilmiştim ama gururuma yedirip, bunu kabul etmem imkansız olduğu için adama ‘’hayır onun modeli o’’ diye cevap verdim.

O arada adam, nasıl bu kadar çabuk temin ettiğini anlayamadığım buz dolu bir poşeti bana verip, dizime koymamı söyledi. Ben de poşeti alıp, sol dizime bastırdım. Acıyan ve muhtemelen pantolonun içinde kanayan diz, sağ dizdi ama ben o dizimin gayet normal olduğunu ve pantolonun yırtık olmadığını iddia ettiğim için aslında gayet normal olan sol dizimi buzdan uyuşturdum. Böylece o dizim de normalin dışına çıktı.
Neyse…
Adama teşekkür ederek, Jülide’nin yanına gittim.
Jülide nerede kaldığımı sorunca ‘’boşver’’ dedim ve çantamdan sigaramı çıkarttım. O zamanlar kapalı mekanlarda sigara içilebiliyordu. Bir de o zamanlar benim saçlarım uzundu. Sigaramı çıkarttım, yaktım. Yaktım ve bir ateşin, bir alevin başımın üstünde parladığını gördüm. Önce anlam veremedim. Sonra Jülide’nin büyüyen gözlerini görünce ve hemen yanımızda duran kızların çığlıklarını duyunca anladım ki saçlarım alev almıştı. Alev alev yanıyordum. Işığa tutulmuş tavşan gibi Jülide’yle bir süre birbirimize baktık ve ben sol elimle başıma vurarak kendimi söndürmeye çalışmaya başladım. Etrafımızdaki herkesin mekanı koşarak terketmeye başladığı anda da söndürdüm.
Avucum mu daha çok acıyordu, alev alev yandığı için söndürmek niyetiyle vurduğum başım mı yoksa saç diplerim mi daha çok acıyordu bilemiyorum. Hatta bu kararı vermek için düşündüğüm birkaç saniye boyunca düşüşümden kalan kol ve diz ağrımı bile unuttum diyebilirim. Sonra tüm ağrılar ve acılar geri koşarak bünyemdeki yerlerini aldılar tabii.
Birden arkamda ‘’iyi misiniz?’’ diyen bir ses duydum ve dönüp baktığımda buz poşetli adamın tam arkamda durduğunu gördüm. Nasıl oluyordu da adam kendimi bir şekilde öldürme çabama her seferinde şahit oluyordu bilmiyorum ama yine oradaydı.
Tahmin edeceğiniz gibi ‘’ tabii ki iyiyim’’ dedim ama gözlerimin ucunda, her an aşağıya doğru düşmeye başlayacak gözyaşlarının olduğunu da farkındaydım. Adama, gülümseyerek teşekkür ettim. Adam da bana ‘’bence bu gece ölmeden hemen evinize gidin’’ dedi. Haklıydı allah için…
Neye uğradığını şaşıran Jülide’yle ayrıldık ve evime geldim. Aynaya baktım; saçımın ön kısmının olmadığını gördüm; alnımdaki ve avucumdaki yanık izlerini inceledim; dirseğimdeki ve dizimdeki yara izlerini teselli ettim. ‘’nasılmış? Ben seni uyarmıştım’’ diyen sesle irkildim ve ağlamaya başladım.
O zamandan beri dinlerim içimdeki sesi…

20 Şubat 2010 Cumartesi

KAPKARE DÜNYA

Herhangi bir konuda bilimsel açıklamalarla yetinmeyen bir insanı o konuya ikna etmek biraz zor olabilir. İstediğiniz kadar bilimsel veri gösterin, elinizde var olan bütün fotoğrafları, dokümanları önüne koyun o, ikna olamayacaksa olmaz.
Hatta sonunda sizi de savunduğunuz konudan şüphe edecek noktaya getirebilir. O yüzden karşınızda zır cahil bir kişilik varsa, inatlaşmayın. Bir vatandaş olarak üstünüze düşeni yapın, inanmıyorsa direnmeyin.
Şahsen ben bu hatayı yaptım ve artık içimde dünyanın yuvarlaklığı ile ilgili bazı şüpheler oluştu. Bugün, ufak yeğenimle konuşmaya başladığımda küçük, yuvarlak dünyam çok güzeldi. Ama artık benim küçük yuvarlak dünyam sanki daha köşeli ve düz, hani dikdörtgen bile diyebilirim.
5 yaşında çocuk beni, yaptığı benzetmelerle dünyanın yuvarlak olamayacağına ikna etti. Her şey televizyonda bir film seyrederken başladı. Ekrana uzun uzun bakan yeğenim, ‘’ Bir de dünyaya yuvarlak derler. Neresi yuvarlak? Baksana dümdüz’’ dedi ve koşarak gidip yerde duran topunu salladı gözümün önünde ve ‘’İşte yuvarlak dediğin böyle olur’’ dedi.
Sanıyorum hata buradan sonra başladı. Ona bakıp, ‘’Hayatım dünya yuvarlak, istersen sana dünyanın uzaydan çekilmiş fotoğraflarını göstereyim’’ dediğimde, bana, güney yarım kürede kalan insanların(onun diliyle altta kalan insanların) nasıl baş aşağı durabildiklerini, suların nasıl dökülmediğini(burada sulardan kasıt, denizler, okyanuslar, göller vs.), eğimli kısımda kalanların hep tırmanmak zorunda kalıp kalmadıklarını sordu arka arkaya. Aslında bunu merak ettiği için sormuyordu. Bana dünyanın yuvarlak olmadığını kanıtlamaya çalışıyordu.
En sonunda da ’’Hamam böceği miyiz de biz yuvarlak yerde düşmeden yürüyelim’’ dediği zaman, artık tükenmiş olan nefesimle, ona yer çekiminden bahsetmeyi bıraktım ve onun dünyasını kabullendim.
Ne kadar zor bir şey bir insanı ikna etmek hele ki ikna edeceğiniz kişi bu şekilde kendi dünyasını yaratmış bir çocuksa daha da zor. Ona nasıl yaklaşacağınızı, onu gerçeğe nasıl ikna edeceğinizi bilmeniz lazım. Onun küçücük aklında yer edecek herhangi bir yanlışlığa izin vermemenin öğretici yolunu bulmuş olmanız gerekir. Burada da anne-babalara ve öğretmenlere büyük görev düşüyor.
Ama ikna etmeye çalıştığınız kişi ya çocuk değilse? Ya kocaman, zaten o konuda sabit fikrini oluşturmuş bir adamsa? İşte o zaman ilk bahsettiğim noktaya dönmeniz gerekiyor. Israr etmeyin.
’Ya kardeşim ben eminim pamuktan da uçak yapılabileceğine. Madem bir kilo pamukla bir kilo demir eşit, o zaman pamuktan uçak da yapılır, gemi de’’
Hadi ikna et koca adamı. İstediğin kadar ikna etmeye çalış. O inanmış bir kere. Doğru bir mantıkla yola çıkmış, deli saçması bir fikirle kucaklaşmış. Orada yapmanız gereken en doğru şey onu bu konuda desteklemek olabilir.
Verin eline 20 kilo pamuk çalışmaya başlasın. Yanıldığını kendi anlasın. Başka türlü yer etmiş bir fikirden uzaklaştırmak çok zor bir insanı. Deneme- yanılma yöntemi en garantilisi.
İnsanları çocukken doğruyla, gerçekle tanıştırmak lazım. Eğer geç kalındıysa da yeni ve doğru bilgiyi tecrübeyle sabitlemekte fayda var. Ateşin onu yakmayacağını çünkü insanüstü olduğunu zanneden birine yapılabilecek en büyük iyilik, onun parmağını çakmağın küçük aleviyle bir araya getirmektir. Parmağının hafif bir şekilde yanması onun ilerde ateş yutmasını ya da bir alev çemberinin içinden geçmesini önler.

Herkese akıllı, güzel, şaşkınlıktan uzak, huzurlu ve yuvarlak bir dünya diliyorum.
Herkese karpuz kabuğundan yaptıkları gemileri serin sularda yüzdürebilecekleri keyifli bir haftasonu temenni ediyorum. Ama o geminin asla pamuktan olmayacağını unutmamakta fayda var...