23 Nisan 2010 Cuma

YILANDAN KORKMAM Kİ BALON KADAR...

Yazılarımı takip edenler bilirler ki benim onlarca saçma fobim var. Tamam, muhakkak fobilerimin bilimsel anlamda bir isimleri ve nedenleri vardır ama duyanlarda ilk anda şaşkınlık yaratan fobilere sahibim ben.

Balon, yükseklik, oyuncak bebek, cüce, palyaço, Uzak Doğulu insan, top…
İçlerinde en akla, mantığa yakın olanı yükseklik! Hatta tamamen mantıklı ve bana yakışmayan bir fobi, o. Daha doğrusu diğerlerinin yanında besleme gibi duruyor.
Diğerlerinin içinde sadece ve sadece ‘’ balon’’ fobimin sebebini biliyorum. Onu da 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı vesilesiyle fark ettim aslında.

Bir 23 Nisan Günü oluştu benim balon fobim, yıllar önce…

Annem, iki erkek çocuğunun üstüne kızı olunca çok sevindiği ve beni o zamanlar tam çözemediği için 5 yaşından itibaren bale okuluna yolladı beni. 23 Nisan ve balon vukuatı da o eğitim yüzünden başıma geldi zaten.

İkinci yılımdı sanırım bale okulumdaki. 23 Nisan için bir organizasyon düzenlemişti okul. 23 Nisan akşamı resitalimiz olacaktı. Gündüzse bayram etkinliklerine bale okulu olarak katılacaktık.

Yaşları 5-9 arasında değişen 20 tane kadar kız çocuğunu, üstlerinde tütülerle bir traktörün arkasına yükleyip, ellerine birer tane uçan balon vereceklerdi. Çoğunluğumuzun süt dişleri döküldüğü için ağzımızı açtığımız anda gayet çirkin görüntüler oluşturan biz minik balerinler, traktörün arkasında uslu uslu durup, tam protokolün önünden geçerken de uçan balonlarımızı havaya bırakacaktık. İki yıllık bale eğitiminden geçmiş çocuklar için oldukça basit bir organizasyon gibi görünebilir ama kızların çoğunluğu akrabamdı. Yani hocanın bizler bir aradayken oluşturabileceği en komplike olaydı aslında.

Neyse!
Protokolde geçiş sırası bale okuluna geldi ve annelerimizin ‘’sakın gülümsemeyin, dişleriniz yok’’ tembihleriyle traktör hareket etti.

Tam protokolün önünden geçeceğimiz sırada nasıl olduğu hala muamma olan bir şekilde, kızlardan birinin balonu patladı. Sonrasında ise hepimizin balonları tek tek patlamaya devam etti. Balonlar uçan balon olduğu için de hepimizin kirpikleri, kaşları ve saçlarımızın ön kısımları yandı. Hem patlamaların etkisiyle korktuğumuz için hem de canımız bir şekilde acıdığı için hep beraber ağlamaya başladık.

Bir geçiş sırası olduğu için ve traktörün durması mümkün olmadığı için bir traktör dolusu dişsiz; kaşları, kirpikleri, saçları yandığı için beyazlamış ve avaz avaz ağlayan kız çocuğu olarak valiyi, belediye başkanını ve protokolde artık o anda kim varsa hepsini selamladık.

Sonra bir şekilde ailelerimize teslim edildik ve akşamki resital de iptal oldu. Çok korkunç bir gündü, çok…

İşte, benim balon fobimin sebebi budur. Düşününce çok haklı bir sebep olduğunu kabul etmek gerekiyor aslında.
Kesin diğer fobilerimin de bir sebebi vardır ama zaman içinde hatırlayabilirim. Mutlaka o travmaların nedenleri de çıkar bir şekilde karşıma…

Sevgiler…

P.S. Bale eğitimim, bale öğretmenimin anneme bende koordinasyon eksikliği olduğunu ve benden asla bir balerin olamayacağını açıklaması üstüne 5.yılında sona erdi!

20 Nisan 2010 Salı

TÜRKLER İÇİN DOĞAL ÖLÜM YOLLARI

Şüphesiz ki; zeki, akıllı ve kurnaz bir milletiz.
Ama ben trafikte, doğal yaşamda ve özel günlerde bu kıvrak zekâmızın nereye gittiğini çok merak ediyorum.


Bir ülke, her yıl trafik kazalarında aldığı zararla dünya birincisi olabiliyorsa; artık durup, düşünmenin zamanı gelmiş de geçiyor olmalıdır. Bunda karmaşık olan nedir ben anlayamadım. Trafik kurallarına uymazsanız ya sizin ya da karşınızdakinin canının yanacağı kaçınılmaz bir gerçekse ne diye bu kurallar ihlal ediliyor? ‘’Bana bir şey olmaz’’ mantığı daha ne kadar can almaya devam edecek diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Sanki bir savaş halindeymişiz gibi sürekli zayiat veriyoruz ve bu günlük yaşantımızın devamı haline geldi. Tamam, hadi bunu kabul edelim. Türk İnsanı trafik kazasında ölür diye bir teori geliştirelim. Doğarlar, büyürler ve günü gelince bir trafik kazasında yaşamlarını noktalandırırlar.

Utanç verici ama bunu şimdilik bu şekilde kabul edelim diyeceğim ama bu sistemi de bozan şeyler var. Millet olarak ‘’özel günler’’ kutlamaya karşı büyük ilgi duyuyoruz ve bu yaşam standartlarımızı değiştiriyor. Ben de diğer vatandaşlar gibi trafik kazasına kurban gitmeyi beklerken ‘’Dünya Sigarayı Bırakma Günü’’nü kutlayan bir arkadaşımızın serseri kurşununa hedef oluyorum. Hay Allah! Hâlbuki ben çok hazırdım trafik kazasında ölmeye ya da arkadaşlarımla girdiğim ‘’suyun altında kim daha fazla nefessiz kalacak’’ iddiasında yaşamla vedalaşmaya. Nereden çıktı şimdi bu kendini bilmez kurşun diye düşünürken; gözüm açık gidiyorum doğal olarak. Adamın da bir suçu yok. O adamcağız erkekliğini ve insanlığını tescillemek amacıyla sevincini belli etmenin yolu olarak sağa, sola kurşun sıkmayı uygun görmüştür. Tamamen, kurşunun serseriliğinden, kopukluğundan kaynaklanıyor her şey!

Buradan çıkan sonuçlar ortada. Bizler için doğal ölümler aşağıda sıralanıyor:
—Trafik kazaları(Çünkü trafik kazaları sadece masallarda yaşanır sanıyoruz)
—Gereksiz ve saçma iddialar(Çünkü biz kendimizi doğaüstü varlıklar sanıyoruz)
—Serseri kurşunlar(Çünkü özel günler kurşun sıkmadan kutlanmaz)

Bu hicap verici sonuç neyin neticesi diye düşünüp duruyorum günlerdir. Cahillik yani eğitimsizlik en önemli neden olabilir. Ama burada yanlış anlaşılmaması gereken nokta cahilliğin okumuş olmakla ortadan kalkmayacağıdır. Öyle olacak olsa üniversite öğrencisi gençler yollarda sapır, sapır kaza yapmazlardı.

Bunun illa ki başka bir açıklaması vardır. Bizlerin kendimizi 1000 aslan gücünde ve ölümsüz zannetmemizle yakın ilişkisi olduğu ortada. Yoksa normal düşünce yetisine sahip hiçbir insan evladı bir şişe rakıda yüzdükten sonra direksiyon başına geçmezdi.
Etrafında yüzlerce insan olan herhangi bir canlı deli gibi sağa sola ateş etmezdi.

Ya düşündüğümüz kadar doğru kullanamıyoruz aklımızı ya da bize verilen akıllar yanlış. Televizyonun etkisi tartışılmaz. Herkes birer ‘’Polat Alemdar’’ edasıyla keskin bakışlar atarak dolanıyorsa etrafta bilin ki hepimiz bir ‘’Truman Show’’a dâhil olmuşuzdur. Ama be kardeşim niye Miroğlu’nu örnek alıyorsun da; televizyonda yayınlanan genel kültür programlarından bir nebze bir pay çıkartmıyorsun kendine?
Eğitim kalitemize, eğitmen kalitemize, toplum önünde olan insanların duruşlarına biraz dikkat edilmesinin vakti geldi. Geldi, gelmesine de zaten amaç bu muydu; amaç donuk ve düşünme yeteneğinden yoksun bir millet yaratmak mıydı diye düşününce de insan kimden, neyi düzeltmesini isteyeceğini bilemiyor!

Bizler de Lüksemburglular gibi yaşlanınca, ecelimiz geldiği için normal yolla ölmeyi hak eden bir toplumuz diye düşünüyorum ve bundan sonra hayatımızın fantastik bir film tadında değil de doğallıklar için de olmasını umuyorum.

Sağlıklı, trafik canavarlarından, serseri kurşunlardan ve ölümle sonuçlanan şakalardan uzak bir hayat diliyorum...

11 Nisan 2010 Pazar

BEN KAZANDIM!!!

Tutturdu ille de adaya gidelim diye! Büyükada’ya gitmek istiyormuş. İstanbul’a her geldiğinde gidermiş Büyükada’ya.

‘’Tamam’’ dedim. Gidelim istedim ben de. Zaten ben de severim Büyükada’yı. Daha doğrusu ben ada severim. Adanın, denizin ortasında tek başına durmasını severim. İstenildiği anda ulaşılamamasını severim. Adaların kendilerine has kokularını severim. Adada olmanın verdiği farklı özgürlüğü ve sadeliği severim. Kısacası ben Büyükada’ya gitmeye itiraz edecek biri değilim zaten.

O kadar çok tutturdu ki ve benim hayır diyeceğimden o kadar emindi ki ‘’tamam’’ dediğimi anlamadığı için kapıdan çıkana kadar da yalvarmaya devam etti, bozmadım! Hatta hoşuma gitti bana sürekli yalvarması; farklı bir keyif aldığımı bile söyleyebilirim!

‘’Benim orada arkadaşlarım, sevdiklerim, sevenlerim var’’ dedi… ‘’İyi’' dedim… ‘’Aya Yorgi Kilisesi’nde dilek dileyeceğiz’’ dedi… ‘’Gitmişken yaparız’’ dedim… ‘’Yılık da özlemiştir beni’’ dedi… Bir an baktım ne diyor diye ama ona da ‘’kıyamam’’ diye cevap verdim…

Böyle böyle vapura binene kadar ikna çalışmalarına devam etti. Çok fazla konuştu; hiç susmadı! Vapura binince anladı ki gidiyoruz, yoldayız. Anlayınca, rahatladı ve mutlu oldu. O anlayınca ben de rahatladım ve mutlu oldum artık en azından Büyükada’ya varıncaya kadar susar; denizi seyreder; martılara simit atar ve konuşmaz diye bir sevinç dalgası kapladı içimi…

Bilemezdim ki sevinince daha çok konuşacağını. Bir daha asla susmayacakmış gibi konuştu. Enerji fazlası olduğu için konudan konuya atlayarak anlattı. Takip edemez hale geldim. Bıraktım, takip etmeyi. Bir an vapurdan atlayıp, ızdırabıma son vermeyi arzuladım ama kendime ‘’saçmalama, sen bu kadar güçsüz olamazsın’’dedim.

Ağladım bir ara güneş gözlüklerimin arkasına saklanıp ama anladı ve adaya gittiğimiz için mutluluktan ağlıyorum sandı. ‘’Evet, çok mutluyum’’ dedim. Mutluluk üzerine anlatmaya başladı. Dinledim haliyle, gözlerimi denizin mavisine dikip! O kadar çok sevdiğim biri olmasaydı eğer; ona neler yapabileceğimi hayal ettim o anlatırken. Tatlı hayallerim adaya ulaşmamızla sona erdi.

Adaya ayak bastık ve bahsettiği arkadaşlarından biri geldi. Hayatımda gördüğüm en küstah yaratıktı arkadaşı Hiç hoşlanmadım. O da benden zerre kadar hoşlanmadığını tek bir bakışıyla anlattı zaten. Nihayetinde benim en yakın arkadaşım, onun yılda bir, iki kez gördüğü ama yollarda beklediği, kimselerle paylaşmaya kıyamadığı biriydi. Ben dişli bir rakiptim onun için.

Atladı çıktı arkadaşımın kucağına ve yerleşti oraya. Yerleştikten sonra dönüp, bana bakıp ‘’tısss’’ şeklinde bir ses çıkarttı. İyi bir anlama gelmediğini düşündüm, niyeyse!

Tanıştırdı arkadaşım bizi, ‘’Pınar’’ dedi ve beni gösterdi, başımla selam verdim kibar olmaya çalışarak. ‘’Yılık’’ dedi kucağında tuttuğu, kabarık tüylü, sahtekar olduğu her halinden belli kediyi göstererek. Ben ne kadar zarif olmaya çalıştıysam Yılık, kendi adasında olmanın verdiği rahatlıkla ve kişiliğinden kaynaklanan bir züppelikle yine tısladı bana bakıp. Alınmamaya çalıştım. Bozulduğumu belli etmek istemedim. Kediyle kedi olmak istemedim. ‘’Önce Aya Yorgi’ye gidelim’’ dedi arkadaşım. ‘’Tamam’’ dedim ama dönüp bakınca benimle değil de Yılık’la konuştuğunu görünce içim acıdı ama çaktırmadım. Yılık, halimi anladığı için keyifle miyavladı. Ben de arkadaşım başka bir yere bakarken elime döktüğüm suyu hafifçe Yılık’a doğru fışkırrtım parmaklarımı kullanarak.

İnadım tuttu ve onlar ikisi faytonla çıkarlarken; ben bisikletle çıktım, kiliseye. Sırf arkadaşım bensizliğin ne olduğunu anlasın diye. Aralarda faytonu durdurup, beni beklemeleri filan gerekti ve her seferinde aşağılık kedinin beni küçümseyen bakışlarına maruz kaldım ama yenilmedim ona! Nihayet kiliseye vardık. Ben onlardan sonra vardım aslında. Dilek diledim arkadaşım ve Yılık beni dışarıda beklerlerken. ‘’Tanrım, dışarı çıktığımda Yılık gitmiş olsun ve ben arkadaşımla başbaşa kalabileyim. Ne kadar çok konuşursa konuşsun ama benimle konuşsun’’ dedim.

Dışarı çıktım ve Yılık bana ‘’Nerede kaldın? Seni beklemek zorunda mıyız?’’ bakışı attı. Arkadaşım arada kalmasın diye ses çıkartmadım. Yemeğe gittik. Arkadaşım yemek boyunca da hep Yılık’la konuştu, beni ihmal etti. Tuvalate gidip, ağladım. Kıskandım çünkü daha önce hep benimle konuşan arkadaşımın kediyi bana tercih etmesini. Çok ağladım!

Sonra Büyükada keyfinin bitme saati geldi; arkadaşım ve Yılık iskelede vedalaştılar. Güç bela, çevredekilerin de yardımıyla Yılık’ı arkadaşımın kucağından aldık. Vapura binmeden önce dönüp, tek kaşımı kaldırıp, gülümsemedim pis kediye!Tısladı! Sanırım ‘’Sen bir daha buralara gelirsen, çok fena yaparım’’ demek istedi. Öpücük yolladım, gülümseyerek. Vapurdan el salladık sonra ona. Arkadaşım içtenlikle; bense ‘’ben kazandım’’ ifadesiyle dakikalarca el salladık. Bakışlarından anladığım kadarıyla uçabilse o vapura uçup, beni paralardı ama bir kediydi nihayetinde ve uçamazdı. O güvenle de abarttım sanırım gövde gösterimi.

Dönüş yolu boyunca arkadaşım yine anlattı bir sürü hikaye ve ben bu kez keyifle dinledim.

Bir daha adaya gider miyim? Zor! Başka adalara giderim ama o kedinin olduğu herhangi bir toprak parçasında beni huzurun beklemediğini biliyorum artık. Güzel bir gün müydü? Yılık’ın olmadığı her dakika muhteşemdi.

Yılık olmasaydı eğer bu yazı çok ama çok başka bir yazı olacaktı. Büyükada’yı anlatacaktım ama olmadı, kısmet değilmiş.