24 Şubat 2010 Çarşamba

İÇİMDEKİ SESLE GECE DIŞARI ÇIKTIK

Geçen seneydi. Haliyle küçük değildim. Tüm ailem Antalya’da, ben de İstanbul’da yaşıyorduk. İstanbul’da olunca hep bir haller olurdu o zamanlar bana ve zincirinden kurtulmuş bir vahşi gibi sürekli gezerdim. O kadar çok gezdim ki, bir dönem sonra çok yoruldum ve eve kapanmaya karar verdim. Artık, evde yaşayacağım bir hayat istiyordum çünkü. Kapandım da!
Tam bir gün evden çıkmadım. Ertesi gün arkadaşım Jülide aradı. Dışarı çıkmamızı teklif etti. Aslında Tanrı’nın bir işareti olarak, tam bir gün boyunca evden çıkmamış olduğum ve artık dışarı çıkmaya hazır olduğum halde çıkmak istemedim. Zerre kadar içimden gelmedi. Tanrı’nın işaretini kendi kendime ‘’naz yapmak’’ olarak yorumlayıp, çıktım.
İçimde gitgide büyüyen huzursuzluğa ve onun içimden çıkarken dönüştüğü huysuzluğa kesinlikle aldırmak istemiyordum aslında ama o benden daha baskın bir yapıdaydı ve arsız bir çocuk gibi sürekli, kolumu filan dürtüp ‘’keşke çıkmasaydın’’ gibi şeyler söylüyordu. Bir ara Jülide başka tarafa bakarken, içimdeke sese dönüp ‘’bir daha ağzını açarsan, seni eve kapatırım ve bir daha çıkmana izin vermem’’ dedim. Sustu! Sustu susmasına ama sinsi sinsi beklediğini ve çarpık bir ifadeyle gülümsediğini içten içe hissediyordum.
Jülide, ben ve içimdeki ses hep beraber Beyoğlu’na gittik…İçimdeki sesin huysuzluğu o kadar bana yansımıştı ki artık girdiğimiz hiçbir mekanı beğenmiyordum. Heryere giriyorduk ve 4.dakikasında geri çıkıyorduk. 5 dakika değil fark ettiyseniz. Sadece 4 dakika. Neyse…
Jülide’nin sabrının tükenmeye başladığını hissettiğim dakikalara denk düşen bir anda Pera’da bir mekanda kalmaya karar verdik. İçimdeki sese dönüp ‘’beni huzursuz etmeyi bırakıp, eğlenmeye çalışır mısın’’ dedim ama cevap vermedi.
İki katlı mekanın alt katında kalmaya verdiğimiz için ben üst kata çıkıp, ceketlerimizi vestiyere bırakmaya gittim. İşte içimdeki senin beni niye uyarmaya çalıştığını da ondan sonra anlamaya başladım.
Neyse…
Yukarı çıktım. Montları vestiyere bıraktım. Yukarı çıkarken kullandığım merdivenin ne kadar uzak olduğunu düşündüğüm bir anda karşıma başka bir merdiven çıktı ve bariz bir şekilde aynı yere inmemi sağlayacağını söylüyordu. Ben de dinledim. Merdivenin başına geldiğimde her basamağa, bir daha hayatım boyunca görmek istemeyeceğim ‘’let ışık’’ koyduklarını gördüm. Hoşuma da gitti bir an için çünkü o kadar karanlık bir ortamda o ışık, benim basamakları görmemi sağlayacaktı.
İlk basamağı geçtim ve ikinci basamağa geldiğimde ‘’let ışıkların’’ benim düşündüğüm anlamda kullanılmadığını anladım ama artık çok geçti. Işıkları birer basamak arayla koymayı tercih etmişlerdi. Bu tercihi kullanan işletmeyi içimden tebrik ederek, Jülide’nin beni beklediği mekana düşmem sanırım birkaç saniyemi aldı. Bungee jumping yaptığım dönemden beri havada o kadar uzun kalmayı başardığım ilk an o andı zaten.

Yirmi basamaklı merdiveni uçarak aşağıya indim ve yere yüzüstü kapandım. Ama hemen aynı saniyede ayağa fırladım ve gören var mı diye etrafıma baktım. Canımın olanca acısına rağmen yüzüme yerleştirdiğim gülümseyişle tam yürümeye başlayacaktım ki 30’lu yaşlarda bir adamın yüzünde panikle bana doğru geldiğini gördüm. Hemen anladım ki düşüşümü görmüştü. Yanıma gelip, ‘’iyi misiniz?’’ diye sordu ve ben ‘’tabii ki iyiyim’ dedim. Adam, beni tepeden tırnağa süzerek ‘’emin misiniz? Pantolonunuzun dizi yırtılmış’’ dedi. Sağ dizimdeki eşsiz acının sebebini o cümle sayesinde anlayabilmiştim ama gururuma yedirip, bunu kabul etmem imkansız olduğu için adama ‘’hayır onun modeli o’’ diye cevap verdim.

O arada adam, nasıl bu kadar çabuk temin ettiğini anlayamadığım buz dolu bir poşeti bana verip, dizime koymamı söyledi. Ben de poşeti alıp, sol dizime bastırdım. Acıyan ve muhtemelen pantolonun içinde kanayan diz, sağ dizdi ama ben o dizimin gayet normal olduğunu ve pantolonun yırtık olmadığını iddia ettiğim için aslında gayet normal olan sol dizimi buzdan uyuşturdum. Böylece o dizim de normalin dışına çıktı.
Neyse…
Adama teşekkür ederek, Jülide’nin yanına gittim.
Jülide nerede kaldığımı sorunca ‘’boşver’’ dedim ve çantamdan sigaramı çıkarttım. O zamanlar kapalı mekanlarda sigara içilebiliyordu. Bir de o zamanlar benim saçlarım uzundu. Sigaramı çıkarttım, yaktım. Yaktım ve bir ateşin, bir alevin başımın üstünde parladığını gördüm. Önce anlam veremedim. Sonra Jülide’nin büyüyen gözlerini görünce ve hemen yanımızda duran kızların çığlıklarını duyunca anladım ki saçlarım alev almıştı. Alev alev yanıyordum. Işığa tutulmuş tavşan gibi Jülide’yle bir süre birbirimize baktık ve ben sol elimle başıma vurarak kendimi söndürmeye çalışmaya başladım. Etrafımızdaki herkesin mekanı koşarak terketmeye başladığı anda da söndürdüm.
Avucum mu daha çok acıyordu, alev alev yandığı için söndürmek niyetiyle vurduğum başım mı yoksa saç diplerim mi daha çok acıyordu bilemiyorum. Hatta bu kararı vermek için düşündüğüm birkaç saniye boyunca düşüşümden kalan kol ve diz ağrımı bile unuttum diyebilirim. Sonra tüm ağrılar ve acılar geri koşarak bünyemdeki yerlerini aldılar tabii.
Birden arkamda ‘’iyi misiniz?’’ diyen bir ses duydum ve dönüp baktığımda buz poşetli adamın tam arkamda durduğunu gördüm. Nasıl oluyordu da adam kendimi bir şekilde öldürme çabama her seferinde şahit oluyordu bilmiyorum ama yine oradaydı.
Tahmin edeceğiniz gibi ‘’ tabii ki iyiyim’’ dedim ama gözlerimin ucunda, her an aşağıya doğru düşmeye başlayacak gözyaşlarının olduğunu da farkındaydım. Adama, gülümseyerek teşekkür ettim. Adam da bana ‘’bence bu gece ölmeden hemen evinize gidin’’ dedi. Haklıydı allah için…
Neye uğradığını şaşıran Jülide’yle ayrıldık ve evime geldim. Aynaya baktım; saçımın ön kısmının olmadığını gördüm; alnımdaki ve avucumdaki yanık izlerini inceledim; dirseğimdeki ve dizimdeki yara izlerini teselli ettim. ‘’nasılmış? Ben seni uyarmıştım’’ diyen sesle irkildim ve ağlamaya başladım.
O zamandan beri dinlerim içimdeki sesi…

20 Şubat 2010 Cumartesi

KAPKARE DÜNYA

Herhangi bir konuda bilimsel açıklamalarla yetinmeyen bir insanı o konuya ikna etmek biraz zor olabilir. İstediğiniz kadar bilimsel veri gösterin, elinizde var olan bütün fotoğrafları, dokümanları önüne koyun o, ikna olamayacaksa olmaz.
Hatta sonunda sizi de savunduğunuz konudan şüphe edecek noktaya getirebilir. O yüzden karşınızda zır cahil bir kişilik varsa, inatlaşmayın. Bir vatandaş olarak üstünüze düşeni yapın, inanmıyorsa direnmeyin.
Şahsen ben bu hatayı yaptım ve artık içimde dünyanın yuvarlaklığı ile ilgili bazı şüpheler oluştu. Bugün, ufak yeğenimle konuşmaya başladığımda küçük, yuvarlak dünyam çok güzeldi. Ama artık benim küçük yuvarlak dünyam sanki daha köşeli ve düz, hani dikdörtgen bile diyebilirim.
5 yaşında çocuk beni, yaptığı benzetmelerle dünyanın yuvarlak olamayacağına ikna etti. Her şey televizyonda bir film seyrederken başladı. Ekrana uzun uzun bakan yeğenim, ‘’ Bir de dünyaya yuvarlak derler. Neresi yuvarlak? Baksana dümdüz’’ dedi ve koşarak gidip yerde duran topunu salladı gözümün önünde ve ‘’İşte yuvarlak dediğin böyle olur’’ dedi.
Sanıyorum hata buradan sonra başladı. Ona bakıp, ‘’Hayatım dünya yuvarlak, istersen sana dünyanın uzaydan çekilmiş fotoğraflarını göstereyim’’ dediğimde, bana, güney yarım kürede kalan insanların(onun diliyle altta kalan insanların) nasıl baş aşağı durabildiklerini, suların nasıl dökülmediğini(burada sulardan kasıt, denizler, okyanuslar, göller vs.), eğimli kısımda kalanların hep tırmanmak zorunda kalıp kalmadıklarını sordu arka arkaya. Aslında bunu merak ettiği için sormuyordu. Bana dünyanın yuvarlak olmadığını kanıtlamaya çalışıyordu.
En sonunda da ’’Hamam böceği miyiz de biz yuvarlak yerde düşmeden yürüyelim’’ dediği zaman, artık tükenmiş olan nefesimle, ona yer çekiminden bahsetmeyi bıraktım ve onun dünyasını kabullendim.
Ne kadar zor bir şey bir insanı ikna etmek hele ki ikna edeceğiniz kişi bu şekilde kendi dünyasını yaratmış bir çocuksa daha da zor. Ona nasıl yaklaşacağınızı, onu gerçeğe nasıl ikna edeceğinizi bilmeniz lazım. Onun küçücük aklında yer edecek herhangi bir yanlışlığa izin vermemenin öğretici yolunu bulmuş olmanız gerekir. Burada da anne-babalara ve öğretmenlere büyük görev düşüyor.
Ama ikna etmeye çalıştığınız kişi ya çocuk değilse? Ya kocaman, zaten o konuda sabit fikrini oluşturmuş bir adamsa? İşte o zaman ilk bahsettiğim noktaya dönmeniz gerekiyor. Israr etmeyin.
’Ya kardeşim ben eminim pamuktan da uçak yapılabileceğine. Madem bir kilo pamukla bir kilo demir eşit, o zaman pamuktan uçak da yapılır, gemi de’’
Hadi ikna et koca adamı. İstediğin kadar ikna etmeye çalış. O inanmış bir kere. Doğru bir mantıkla yola çıkmış, deli saçması bir fikirle kucaklaşmış. Orada yapmanız gereken en doğru şey onu bu konuda desteklemek olabilir.
Verin eline 20 kilo pamuk çalışmaya başlasın. Yanıldığını kendi anlasın. Başka türlü yer etmiş bir fikirden uzaklaştırmak çok zor bir insanı. Deneme- yanılma yöntemi en garantilisi.
İnsanları çocukken doğruyla, gerçekle tanıştırmak lazım. Eğer geç kalındıysa da yeni ve doğru bilgiyi tecrübeyle sabitlemekte fayda var. Ateşin onu yakmayacağını çünkü insanüstü olduğunu zanneden birine yapılabilecek en büyük iyilik, onun parmağını çakmağın küçük aleviyle bir araya getirmektir. Parmağının hafif bir şekilde yanması onun ilerde ateş yutmasını ya da bir alev çemberinin içinden geçmesini önler.

Herkese akıllı, güzel, şaşkınlıktan uzak, huzurlu ve yuvarlak bir dünya diliyorum.
Herkese karpuz kabuğundan yaptıkları gemileri serin sularda yüzdürebilecekleri keyifli bir haftasonu temenni ediyorum. Ama o geminin asla pamuktan olmayacağını unutmamakta fayda var...

18 Şubat 2010 Perşembe

WHERE ARE YOU FROM???

Son zamanlarda, trend, trendy, in, out kelimelerine ve kelimeler esas alınarak yapılan yönlendirmelere ciddi anlamda takmış bulunuyorum.

‘’Suşi yemek acayip in’’

Oh çok şükür, nihayet in oldu mu, suşi yemek? Yıllardır bekliyordum ben de in olsa da yesek diye... Ayça’cım, biliyorum çiğ ya da pişmiş sen deniz ürünü sevmezsin ama yemek zorundasın. Out olmak istemezsin sanırım.

‘’Avize küpeler süper trendy mutlaka tak’’

İyi de benim saçım kısa ayrıca kulaklarım biraz iri, takmasam olmaz mı?

‘’Bu kitabı mutlaka oku, bestseller yani...’’

İyi de ben tarihi romanları severim ama kızacaksanız ya da beni toplumdan dışlayacaksanız okuyayım.

‘’Saçların hala sarı mı? İnanmıyorum, sarı saç out oldu...’’

Benim annem, babam hatta babannem de sarı saçlı, genetik bir şey bu...



Aslında bu yönlendirmeler mi, bu yönlendirmeler sonucu herkesin aynı şeyi yapması mı yoksa bu kelimelerin olur olmaz bir şekilde kullanılması mı daha çok sinirimi bozuyor bilemiyorum...

Trend, bestseller, trendy, in, out, trendsetter...

Doğru yerde bile kullanılamazken, bu kelimeler mi bir toplumu yönlendirmeye çalışıyorlar...

Sadece bu kelimeler değil, günlük hayatımıza girip, her şeyi olduğundan daha zor hale getirenler. Bunların bir de suç ortakları var.

Geçen gün oturduğum cafe’de yan masamdaki çiftin konuşmalarına kulak misafiri oldum. Tartışıyorlardı. Ve kız en sonunda ‘’Down Oldum ‘’ diyerek noktayı koydu.

Niye down oluyorsun ki? Sen de herkes gibi üzülsen, psikolojik çöküntü yaşasan, şaşırsan, sinirlensen ya da illa uç bir şey yapmak istiyorsan kahrolsan olmuyor mu?

Down olmasan da, karşındaki adamın da kafasını karıştırmasan daha iyi olmaz mı? Adamcağız bu terim, bilir bilmez birçok anlamda kullanıldığı için nasıl tepki vereceğini şaşırdı. Bir de ‘’yani’’kelimesi vardır işlevsel özelliğe sahip olup, her türlü soruya cevap verirken kullanılabilen.

‘’Proje bitti mi Pınar Hanım?’’

‘’Yanı’’ Ben cevabımı verdim. Siz düşünün hangi anlamda kullandığımı. Bitmiş de olabilir, bitmemiş de...

Tam onları düşünürken diğer masadaki genç bir kızın sesi kulaklarıma çarptı.

‘’Kaavemin yanına Cookie alabilir miyim?’’

‘’Burası Londra olsaydı; sen de Mr. And Mrs Brown ‘ın kızları Clara olsaydın alırdın tabii ama bizde sadece un kurabiyesi var. Sıcacık. Getireyim mi?’’ diyemeyen servis elemanı, mutfağa Cookie aramaya gidiyor.

Tabii ki yabancı dil bilmek kötü değil ama bilmediğin halde kullanmak hoş olmuyor be, güzelim... Hele ki olur olmaz kullanmak daha bir kötü oluyor sanki.

Kısacası, günlük hayata yerleşen ve Türkçe’ nin ahengini bozan, üstelik de çoğu zaman yanlış kullanılan kelimeler sinirimi bozuyor.

Bir de bu kelimeleri maşa olarak kullanıp, ‘’yapın’’, ‘’yapmayın’’ , ‘’giyin’’, ‘’yiyin’’, ‘’için’’ yönlendirmeleriyle toplumu aynı fabrikadan çıkmış gibi bir kalıba sokmaya çalışmıyorlar mı moralim bozuluyor.

Giymeyeceğim işte, NewYork ‘lu trensetter’in giydiği elbiseden. Elbise kötü olduğundan değil. Aksine çok şık. Ama ben kadının ne iş yaptığını anlayamadım. Ya kötü bir şeyse Trendsetter olmak. Neme lazım ben gidip moda olan bir şey alıp giyeyim de en azından içim rahat olsun...



1 Şubat 2010 Pazartesi

ISSIZ ADAM SONBAHAR'DA NEWYORK'A GİTTİ

Karakterim gereği ‘’eleştiri’’yi sevmeyen bir insanım. Şimdi, Milliyet Akdeniz’deki köşemden, http://pynarozel.blogspot.com adresinden ya da Facebook’taki ‘’pınar özel’in not defteri’’ adlı sayfadan hemen yazı arşivlerime dönüp, uçana kaçana sataştığım yazıları bulup, beni yalanlamak isteyenler olabilir. Eleştiriyi sevmiyorum derkenki kastım eleştirilmeyi sevmiyorumdur öncelikle bunu belirtmekte fayda var. Eleştirmeye bayılıyorum. Şimdiki cümlede de ‘’şaka yaptığımı’’ söyleyeceğimi sananlar olabilir. Hayır, oldukça ciddiyim… Yine de şaka bir yana diye devam etmekte fayda olduğuna inanarak devam ediyorum ki bu hafta eleştirilecek sağlam bir konu buldum.Aslında bunca zamandır niye hiçbir sinema eleştirmenin değinmediğine şaşırdığım bir konu bu. Geçen yıl ISSIZ ADAM furyasi yaşadık hep beraber. İyi filmdi. Çağan Irmak, pazarlama konusundaki başarısını yine kullanmıştı. Hedefi onikiden vuracak bir seçim yapmıştı. Görüntü yönetmeni(Gökhan Tiryaki) de son derece başarılıydı. Son derece akıllıca bir kararla müzik seçimini doğru yapmıştı ve hepimiz müziklerin etkisiyle aslında son derece klişe bir konuyu büyülenmiş gibi izlemiştik. Hatta Türk erkeklerinin büyük bir kısmı bizim filme olan sevgimizi yanlış değerlendirip, birer ıssız adama dönüşmeye karar vermişlerdi. Hala da etkisinden kurtulamamış vatandaşımızın sayısı da oldukça fazla Neyse, konu bu değil. Geçen akşam tesadüf eseri elime Newyork’ta Sonbahar geçti. Bilirsiniz çoğunuz bu filmi. 2000 yapımı, Richard Gere ve Winona Ryder’ın başrollerini paylaştıkları duygusal, romantik, salya sümük sağlayıcı bir filmdir. Güzeldir. Battaniye altında izlenebilir. Bu kez izlerken kendi kendime ‘’yok artık’’ dedim durdum. Niye mi? Issız Adam da aşk filmi NY’ta Sonbahar da. Zaten bunda bir şey yok ama devamında gelen benzerlikler ‘’ama aşk olsun Çağan Irmak’’ dedirtecek türden.
Restaurant sahibi, çapkın bir adam var.İki filmi yanyana koyunca iki adam elde ediyorsunuz. Bu iki adamın da restaurantları önemli bir gurme, gazete vsr. tarafından ‘’iyi eleştiriliyorlar. İki adamda da sadakat ve bağlanma sorunu var. İki adam da popüler. İki adam da masum bir kıza abayı yakıyorlar. Kızların da ortak noktaları gani. Biri şapka tasarımcısı diğeri kostüm. İki ilişkide de önce bir başlangıç, sonra bir kararsızlık, sonra aşk, sonra ayrılık var. Mesela yaşlı bir kadın kullanılmış iki filmde de. Biri büyükanne, diğeri anne.
Evet, filmler temel olarak baktığınızda farklı bitiyorlar. Genel sonuç ayrılık olsa da birinde ölüm var diğerinde klişe bir ayrılık. Kalem kalem yazabilirim de en az 8-9 tane benzerlik. Hatta sahnelere çok aleni bir şekilde yerleştirilmiş olanları da var ama gerek yok. Aslında bu kadar başarı sağlamış bir filmi bunca zaman sonra eleştirmek saçma belki ama ‘’NY’ta Sonbahar’’ı izleyip, bizim toplumumuza mal olmuş bir filmin ilham kaynağı olduğunu fark edince yazmak istedim. Yoksa elbette ki Çağan Irmak’ın yönetmenliğini, Babam ve Oğlum’un oyuncu seçiminde gösterdiği başarısını farkındayım. Sadece bu kadar geniş imkanlara sahip bir Çağan Irmak daha özgün olmalıydı diye düşündüm. Senaryolarını kendisi yazıyor Çağan Irmak ama belli ki bir etkilenme durumu yaşanmış. Belki de senaryo konusunda yardım almak kötü bir şey değildir. Daha iyi ve özgün işler çıkar ortaya. Her tarafı aşk dolu olan, duygusal anlamda zincirlere sığmayacak aşklara sahne bir ülkede yaşayıp da NY’ta Sonbahar’dan etkilenmek de başlı başına ilginç zaten.
Neyse, davası olmaz artık…Yine de izledik, hala sebep olduğu toplumsal krizin sonuçlarını yaşıyoruz, hoştu yani. Müzik sektörüne de bir hareket sağladı ayrıca…Herkesin ellerine sağlık ama bu kadar da alıntı yapılmaz ki ya!!!